Sosyal hayatta insanlığa hizmet etmeyi amaç edinen tecrübe ve gayret sahibi aydın fikirlere ve güzel duygulara sahip insanların bulunması gerekir. Böyle hizmet erbabı kişilerden yoksun, menfaat düşkünü, makam ve mevki hırsında olan kimselerin topluma faydadan çok zarar vereceği ve huzursuzluk kaynağı olacağı açıktır.
Bilgi kirliliği ve karmaşası ile aklımızın karışmasına “fikir anarşisi”, toplumun karışmasına “anarşi ve terör”, hâl-i âlemi karmaşa ve kargaşasına da “Anarşizm” adı verilir. Anarşi genellikle kural ve kanun tanımamazlık ve başıboşluk demektir. Hürriyet ve adalet ancak kanun ve kurallara uygun hareket etmekle ve başkalarının hak ve hukukuna saygılı olmakla sağlanabilir. Otoriteyi ve hiyerarşiyi kabul etmemek de anarşiyi netice verir. Ve anarşi ahir zamanın ve son dönemde insanlığın kabusu olmaya devam etmektedir.
Bediüzzaman’a “neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?” diye sorarlar. Bu soruya “Tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet etmezler. Bâzı ehl-i gayret ve hamiyette meyl-i tahrip meleke olmuşa; tamire pek alışık değildir. Bâzı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil ile, istidatları pek müsait değildir. Demek bize bir nesl-i cedit lazımdır.” (Münazarat, 39–40) şeklinde cevap verir.
Sosyal hayatta insanlığa hizmet etmeyi amaç edinen tecrübe ve gayret sahibi aydın fikirlere ve güzel duygulara sahip insanların bulunması gerekir. Böyle hizmet erbabı kişilerden yoksun, menfaat düşkünü, makam ve mevki hırsında olan kimselerin topluma faydadan çok zarar vereceği ve huzursuzluk kaynağı olacağı açıktır. Sosyal hayattaki karmaşa ve kargaşanın temel nedeni budur. Bir kısım hizmet iddiasında olanlarda da hürriyet ve demokratik hayata ayak uyduramaması ve geçmişe, istibdada meyilli olmaşları, tahribi tamir olarak görmeleri de toplumdaki bir diğer kargaşa sebebidir. Bu nedenle “Hürriyet ve demokrasinin önemini kavramış, hamiyetli ve bilgili hizmet erbabı yeni nesillere ihtiyaç vardır. Bediüzzaman bu ihtiyacı dile getirmiştir.
Demokrasi, hürriyetin ve kanun hâkimiyetinin adıdır. Herkesin kanunlar karşısında eşit olduğu ve haklarını kanunlar çerçevesinde kullandığı ve başkalarının haklarına saygı gösterildiği sistemdir demokrasi. Böyle bir toplumda kargaşa ve anarşinin olmaz. bu nedenle anarşi ve terörün yegane çaresi de demokrasiyi hakim kılmaktan geçer.
Demokrasi şeriatın meşveret prensibini hayata geçirdiğine dikkatimizi çeken Bediüzzaman “Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret şeriattan bir parmak müfarakat ederse, eski hâl yüz arşın ayrılmıştır” demektedir. Yani halkın temsilcilerinin parlamentoda tartışarak dünya işlerini yürütmeleri eski dönemde padişahın tek başına veya bir iki kişiye danışarak verdiği karardan şeriata daha yakındır. Şayet bu şeriate aykırı olsa eski durum yüz arşın daha ayrılmış olmalıdır. Çünkü “Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtima ve ittihat ile hâsıl olan hablü’l-metin ve ürvetü’l-vüskâ değme şeylerle tezellül etmez.” Padişahın bir ince tel gibi olan iradesi rüzgâr gibi gelip geçen hadiselerin seyrine göre değişebilir. Ancak ihtisas sahibi seçilmiş pek çok milletvekilinin fikirlerinin bir araya gelmesinden meydana gelen “ortak akıl” kopmaz bir ip ve demir direk gibidir ve hadiselerin ve olayların değişmesi ile değişmez ve sarsılmaz.
Şeriatın kaynağı dörttür ki bunlardan ikisi “Kitap ve Sünnet” ikisi de “İcma ve Kıyastır.” Kitap ve Sünnet ilahi ve vahiy eseridir, İcma ve Kıyas ise Kitap ve sünnette olamayan hükümlerin kitap ve sünnete muhalif olmamak şartı ile akıl ve istişare sonucu verilen hükümleri içermektedir. Hal böyle olunca her biri kendi sahasında ihtisas sahibi olanların müzakere ve istişaresi sonucu meydana gelen ortak akıl ve bu aklın eseri olan hükümler de şeriatın bir başka yönünü oluşturmaktadır. Bu nedenle Bediüzzaman “İcma-i Ümmet şeriatte bir delil-i yakînidir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta muteber ve muhteremdir” (Münazarat, 40) demektedir.
Bediüzzaman devamla “Eski padişahların iradesini Ermeni rüzgârı ve ecnebi havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i maneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat tamamı ileride.” (Münazarat, 40) demektedir. İstibdat döneminde ve tek kişinin idaresinde vehimlerle, korkularla ve vesveselerle pek çok dini hükümlerden taviz verilebiliyordu; ama hürriyet döneminde buna gerek kalmamaktadır. Nitekim İslam bilginleri “Bir millet hile ve hıyanet etmezse düşmanı olmaz” demişlerdir. Hile ve hıyanete ancak korku ve vesveseyle tevessül edilebilir.
Şiddet ve terörün önlenmesinin en önemli şartı “zulüm ve haksızlık” yapmamaktır. Adaletin olduğu yerde şiddet ve terör olmaz. İnsanları şiddete ve teröre iten en önemli etken haksızlık ve zulümdür. Hürriyet ortamının oluşturulması adaletin tesisinin kapısını da açmaktadır. Hürriyet geliştikçe adalet de gelişmektedir. Bu da istişareye ve parlamenter sistemle mümkündür. Zira Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Üç yüz ârâ-i mütekâbile ve efkâr-ı mütehâlife hak ve maslahattan bşka bir şey ile musalaha etmez veya sükût etmezler. Hak ve maslahat ise şeriatta bir esastır.” (Münazarat, 40)
Parlamentoda dünya işlerinin müzakere etmek, karar vermek ve yasa çıkartmak için bir araya gelen seçilmiş hiçbir baskı ve zorlama altında olmayan hür milletvekilleri haksızlıkta birleşmezler. Nitekim peygamberimiz (asv) “Ümmetim haksızlıkta ittifak etmez” (İbn-i Mace, 2:1303 H. No:3950) buyurmuşlardır. Bu nedenle batı demokrasisinin temel prensibi “çoğunluk yanılmaz” kuralına dayanmaktadır. Bununla beraber yalan ve yanlış bilgiler ve propaganda ile çoğunluk aldatılabilir; ama gerçek ortaya çıkar ve çoğunluk her zaman aldatılamaz. Peygamberimiz (sav) ayrıca “Ümmetimin güzel gördüğü Allah katında da güzeldir” (Müsned-i Ahmed, 1:379) buyurur. Burada ümmetten maksadın “ümmetin seçkinleri olan ve heva ve hevese göre hareket etmeyen seçilmişler kast edilmiş denebilir.
Peygamberimiz (sav) “Bir millet istişare ettiği sürece zillete düşmez” (Tirmizi, Fiten, 7) buyurmaktadır. Milletin istişaresi elbette fertlerin istişaresi gibi değildir. Milletin istişaresi seçim ve oy kullanmak şeklinde olur ki bu da demokrasi idarelerinde mümkün olur. Demokrasi yoksa seçim de olmaz, insanların iradeleri de tecelli etmez. Bu nedenle hadis-i şerifi bu manada yorumlamak daha isabetli olur. Nerede demokrasi kemaliyle işler, hür seçim ve hür parlamento ile devlet idare edilir, milletin iradesi meclise yansır, temsilde adalet sağlanırsa o millet zillete ve sefalete düşmez.
Cumhuriyet, cumhurun, yani halkın temsilcileri ile yönetime katıldığı çoğulcu bir sistem olduğunda şüphe yoktur. Demokrasi ise hür seçim ve muhalefetin de bulunduğu daha gelişmiş bir cumhuriyettir. Ortak noktalarını idarenin halkın hür iradesi ile belirlenmesi oluşturur. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri çoğunluğun “İcma-i Ümmeti” temsil ettiğine dikkatimizi çeker ve “İcma-i ümmet şeraitte bir delil-i yakînîdir. Rey-i Cumhur şeraitte bir esastır. Meyelân-ı ümmet şeraitte muhterem ve muteberdir” (Münazarat, s. 40) buyurarak bu hususları ifade etmektedir.
Sosyal hayata ve ferdî meselelere bakan hükümlerde genel olarak “hak ve maslahat” hükümfermadır. Hak ve maslahat ise şeriatta esastır. Bazen olur ki zaruretler ve zorunlu durumlarda haramlar mubah olur. Ancak bu zaruret miktarıdır ve şartlar normale dönünce mubahlık da ortadan kalkar. Bu nedenle bazen haram bildiğimiz şey ilca-i zaruretle vacip olur. Kangren olmuş parmak kesilir ta ki el kesilmesin. Selamet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse vermekten çekinilmez. Milletin kurtuluşu için cihada giden askerlerin kendilerini feda etmeleri onlara şehit mertebesini kazandırmasının sırrı budur. Ama ne var ki millete ruhunu feda etme iddiasında olanların bazıları menfaat-i cüz’iye ile cimrilik ederek nefsini feda etmekten çekinmektedirler.
Bediüzzaman hazretleri aynı şekilde “Şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvâzene ile zarûreti nazara alarak, müdakkikâne meşrûtiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvâzenesiz, zâhirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor” (Münazarat, 41) buyurur. Şeriatı isteyenlerin bir kısmı ölçülü, dengeli ve zarureti nazara alarak zamanın ve şartların gereği demokrasiyi şeriata uydurmaya ve dine hizmetkâr etmeye çalışırken diğer kısmı ölçüsüz, dengesiz hareket ederek cahilâne, yüzeysel olarak meseleye bakarak çıkılmaz yollara saparak dine ve şeriata zarar vermektedirler. Böyleleri akılları ile değil de hisleri ile hareket ettikleri için “ahmak dost” tabirine muhatap olarak fayda veriyorum derken zarar vermektedirler. Bu akılsızlıkları ile akıllı düşmanın tuzağına düşerek dine daha çok zarar vermektedirler. Bu nedenle “ahmak dost düşman kadar zarar verir” atasözüne masadak olmaktadırlar. Siyaseti ve demokrasiyi şeriata dost yapmak ve dine hizmet ettirmek mümkün iken dinin karşısına almak bu nevi ahmaklık olduğunu Bediüzzaman yukarıdaki ifadelerinde çok veciz anlatmaktadır.