
Dinin temeli ve kökü imandır. İbadetler, din ağacı ve binasının ayakta kalmasını sağlayan direkleridir. Güzel ahlâk ise dinin fert, toplum ve çevreye yönelik meyvelerini oluşturur. İnsan biyolojik ve psikolojik olduğu kadar bir yönü ile de ahlâkî bir varlıktır. Ahlâk, iyi veya kötü yaratılışı, tabiatı ve seciyeyi ifade eder. İktisatlı yaşamak insanın önemli, yüce ve ahlâkî bir niteliğidir.
ENSTİTÜ
Dinin temeli ve kökü imandır. İbadetler, din ağacı ve binasının ayakta kalmasını sağlayan direkleridir. Güzel ahlâk ise dinin fert, toplum ve çevreye yönelik meyvelerini oluşturur. İnsan biyolojik ve psikolojik olduğu kadar bir yönü ile de ahlâkî bir varlıktır. Ahlâk, iyi veya kötü yaratılışı, tabiatı ve seciyeyi ifade eder. İnsanın toplum hayatı içinde riayet ettiği ve etme gereği duyduğu kurallar bütününe de ahlâk denir. Bir başka ifade ile, “ahlâk, insan kişiliğinde yerleşmiş zorlamaya gerek kalmadan kendiliğinden ortaya çıkan davranış kalıbı ve melekeler” olarak ifade edilebilir. İktisatlı olmak, israf etmemek de bu tavırlardan birisidir.
İktisatlı yaşamak insanın önemli, yüce ve ahlâkî bir niteliğidir. İnsanla ilgili olarak iktisat “orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak” demektir.
İslâmiyet, yeme-içme, giyim-kuşam, eşya kullanımı gibi her hususta aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Yürürken ölçülü, mûtedil yürü! Konuşurken sesini kıs, ölçülü kullan, ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir. (Lokmân, 31:19.) “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme; büsbütün açıp tutumsuz olma. Kaybettiklerine hasret çeken bir hâle düşmeyesin! (İsrâ, 17:29.)
İktisadın karşıtı israftır. İsraf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. Bu ise dinimizce yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de; “Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir” (İsrâ, 17:27.) buyrulmuştur. Tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde yaşarlar. Bir hadis-i şerifte: “Tutumlu olan fakir olmaz” (Keşfü’l Hafâ, 2:189.) buyrulmuştur.
Cenâb-ı Hak, insana vücudu ve ona gerekli olan şeyleri bir nimet olarak vermiştir. İnsan bu nimetlerin gerçek sahibi değildir. Çünkü vücut ve onu devam ettiren nimetler Allah’ın mülküdür. Madem mülkün sahibi Allah’tır, insan onları keyfine göre kullanamaz.
İktisadın Ahlakla İlgili Bazı Sonuçları
“Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz” (A’raf, 7: 31.) âyeti, “iktisada kat’i emir ve israfı açıkça yasaklamaktadır.” Bu, insanlık için çok büyük bir derstir. Çünkü iktisat, hikmete uygun, israf ise da hikmete zıt bir ahlâkî davranıştır.
Hücrelerin yaratılışı, kandaki alyuvarlar ve akyuvarların hareketi, insan bedenindeki cihazların uygunluğu, denizlerdeki canlıların dengesi, dünyadaki su nispetinin mükemmel hali, canlıların baharda ve yazda yaratılıp sonbahar ve kışla birlikte ortalıktan kaybolması gibi sayısız faaliyette insan aklı hiçbir israf ve başıboşluk görememektedir. Bu da her yerde ve her şeyde Allah’ın Hakîm isminin tecelli etmekte olduğunu gösterir.
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz.” (Hicr,15:21.) âyeti yaratılışta ölçü bulunduğunu gösterir. İnsan da yeme-içme ve diğer ihtiyaçlarında bu kaideyi izlemelidir.
İktisatsızlık ve israf, insana sadece maddî zarar vermekle kalmıyor, insanın ahlâkına da tesir ediyor. Buna mukabil iktisat ise insanda yüce ahlaki sıfatları yerleştiriyor. İktisatlı yaşamak insanın kulluk bilinciyle ilişkilidir. İktisat Risalesi’nden mealen alınan ifadelere göre, Bediüzzaman iktisadın kulluk şuuru, düzenli yaşama ve insanlar arası ilişkilere dair sonuçlarından bir kısmına dikkat çekmektedir. Bunları şöyle tesbit edebiliriz:
İktisat Nimete ve Onu Verene Hürmettir
İktisat Allah’ın nimetlerine karşı manevî bir şükürdür ve bu nimetlere gösterilen bir hürmettir. Nimete hürmet ve şükür ise en önemli ahlâkî bir vazifedir.
“Şükür” sözlükte; semizlemek ve gelişmek anlamlarına gelir. Hayvanların yedikleri gıdanın etkisinin bedenlerinde apaçık ortaya çıkması Arapça’da bu kelime ile ifade edilir. Din dilindeki “şükür”, ise, Allah’ın ni’metinin etkisinin kulun dilinde “itiraf ve övgü”; kalbinde “şahitlik ve sevgi”, organlarında da “itaat etme ve boyun eğme” olarak ortaya çıkmasıdır.
Nimete hürmetin bazı şartları vardır
Yemekten önce elleri yıkamak, yemeği sofrada oturarak yemek, otururken dizler üzerine oturmak ya da ayaklardan birisini karnına doğru çekmek. Hz. Peygamber de (asm) çoğu zaman dizleri üzerine çökerek, yer ve şöyle derdi: “Ben yaslanarak yemem. Çünkü ben kulum. Kölelerin yiyişi gibi yer ve kölenin oturuşu gibi de otururum’. Yemekten karnı tıka basa doymadan kalkmak. Gıdaları ibadetlerini yerine getirmek niyeti ile yemek. Yedikleriyle güçlenmeye ve Allah’a ibadet etmeye niyet etmelidir ki, yemekle de Allah’a itâat etmiş olsun. Yemeği sadece lezzet alma ve zevklenme gayesiyle yememelidir. Çünkü tıka basa karın doyurmak şehvetlerin uyanmasına sebeptir. Bunlar nimetlere hürmetin bir kısmıdır. Helâl ve temiz gıda ile beslenmek ise farzdır.
Hz. Peygamber (asm) şöyle demiştir: “Hiçbir insan, karnından daha şerli bir kabı doldurmuş değildir. Âdemoğluna, belinin düzeltilmesine yardımcı olabilecek kadar yemek yeter. Eğer bu kadarcıkla iktifa etmezse karnını üçe taksim etmelidir. Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefes almaya ayırmalıdır.
Enes bin Malik’ten gelen bir rivayette ise “yemekle ilgili çıkarılan bidatların en büyüğünün doyasıya yemek olduğu” ifade edilmiştir.
İktisat Onurlu Bir Hayatın Temel Şartlarındandır
İktisat insanda olumlu bir kişilik özelliğidir. En önemli sonucu da vakar, onur ya da izzet sahibi olmaktır. İktisadın kazandırdığı yüce niteliklerden birisi olan vakar, ağırbaşlılık demektir ki, bu nitelik, hafifliğin ve şahsiyetsizliğin zıddıdır. Vakarlı olma Kur’ân’da övülen bir özelliktir. “Allah’ın has kulları onlardır ki; yeryüzünde sükûnetle ve vakarla yürürler” (Furkan, 25:63.) Bu haslet korunur ve yaşanırsa kişinin vazifesinde yükselmesini, şeref ve haysiyetinin korunmasını ve nüfuzunun yerinde olmasını sağlar.
Peygamberimiz de (asm) bir hadisinde, “Olumlu tutum ve davranış göstererek ölçülü olmak, peygamberliğin yirmi beşte biridir” buyurmuştur. Bununla vakarın, peygamberlerde bulunan güzel hasletlerden biri olduğu ifade edilmek istenmiştir. Yirmi beş sayısı, çokluktan kinayedir. Peygamberlerde birçok güzel sıfatlar vardır. Vakar da bunlardan biridir. Mü’min bunu benimsemelidir. İşte hadis bunun lüzumuna işaret etmektedir.
Vakar kişinin şerefini koruyan önemli bir haslettir. Bir başka hadiste, yine, “Kanaat eden yücelir, tama’ gösteren aşağılanır” buyrulmuştur. İnsanlar şeref ve izzetleri ile kıymetlidir. Çünkü iktisatsız adam, borçlanmak durumunda kalır ve b u da manen bir dilencilik gibi, kişinin şeref ve onurunu rencide eder.
Kötü hasletler, batıl itikatlar gibi günahtır, manevi birer kirdirler
Bediüzzaman iktisadın izzet sebebi olduğuna, kendi hayatından dikkate değer örnekler verir. Burdur’a sürgün gönderildiğinde onunla birlikte sürülen bazı zengin zatlar, sıkıntı çekmemesi için ısrarla, ona, zekâtlarını vermeyi teklif ederler. Bediüzzaman bu kişilere, “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” diye karşılık verir. O zenginlerden bir kısmı iktisatsızlık yüzünden borçlanmak durumunda kalırken, Bediüzzaman yanındaki az para ile 7 sene iktisat ve bereketle idare eder. Hayattaki en önemli prensibi olan “nastan istiğna”yı bozmayarak insanlara yüz suyu dökmekten kurtulur.
İsrafa harcanan para ile kimi insanlar, haysiyetini, namusunu rüşvet olarak vermekte ve dinini bile satabilmektedir. İsrafa giden para, aslında kaybettirdikleri dikkate alınırsa, çok pahalıya mal olmaktadır! Çünkü bazı fantezi ve israfları yapan insanlar bunun için meşrû olmayan kazanç yollarına tevessül etmekte ve haram helal demeden sürekli kazanmayı ve bu parayı ihtiyaç olmayan şeylere harcamayı yaşantı tarzı haline getirmektedirler.
Hayatı devam ettirecek rızkı helâl dairesinde kazanmak mümkündür. Hayatı sürdürecek kadar rızık Allah’ın taahhüdü altındadır. “Şüphesiz rızık veren mutlak kudret sahibi olan Allah’tır”. (Zariyat, 51:58.) ve “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın” (Hud, 11:6.) âyetleri, canlıların ummadığı bir şekilde rızkını vermenin Allah’ın uhdesinde olduğunu bildiriyor.
İktisat, şerefli ve onurlu bir hayat hazırlarken; israf, sefalet ve zilletin kapısını açmaktadır. Rızk için haysiyetini çiğneyenler Allah’ın uhdesinde olan fıtrî rızkın değil, “gelenek ve görenek belası ile tiryakilikle terk edemediği” şeyler uğruna sıkıntıya girmektedir. Tiryakilik zoru ile elde edilmeye uğraşılan bu tür rızk için insanlar, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek zorunda kalıyorlar. Bu da iktisatsızlık yüzünden olmaktadır. Demek ki iktisat ve kanaat kişinin ahlâkî onurunu, haysiyetini, dinî ve dünyevî şerefini koruyan bir zırhtır.
Bediüzzaman’ın şu cümlesi bu açıdan çok manidardır: “İktisat etmeyen zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir.” İktisadın izzet ve şeref vesilesi olduğunun bir örneği de cömertlikte dünyaca meşhur Hatem-i Taidir. Hatem misafirlerine hem ziyafet verir hem de hediyeler dağıtırmış. Böyle bir ziyafet verdiği esnada çölde dolaşırken, ihtiyar, fakir, sırtındaki dikenli çalı yükü cesedine batmış ve kanatır vaziyette bir adam görür.
Hatem ona der ki, “Hâtem-i Tâî, ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.” O iktisatlı ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.” Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi gördün?” Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”
İktisatı terk edip hırsa yönelmenin bir sebebi insanın Allah’ın unutup sebeplere çok fazla kıymete vermesidir. Oysa esbap ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ, köpek sadakati ile meşhurdur. Küçük bir iyilik karşılığında köpeğin sahibine ne kadar yaltaklandığı ve kuyruk salladığını görürüz. Bu sıfatı ile ona mübarek bir hayvan nazarı ile bakılması gerekirken durum bunun tam tersidir. İnsanlar onu pis kabul etmiştir. Tavuk ve inek gibi hayvanlar ise insanlardan aldıkları nimetlere karşı insanlara bir şükran hissi taşımadıkları halde, insanlar onları mübarek saymıştır. Bunun sebebi köpekteki hırs hastalığıdır. Köpek hırsla zahiri sebeplere öyle önem verir ki, hakikî nimet verici Allah’tan gaflet gösterir. “Vasıtayı müessir bilerek, hakikî sebep olan Allah’a gösterdiği gafletin cezası olarak” insanlar tarafından necis sayılmıştır. Ta ki temizlensin. Çünkü hükümler hadler, günahları affeder. Köpek insanlar arasında, tahkir darbesini gafletine binaen yemiştir!
Öteki hayvanlar ise, sebeplere ve vasıtalara o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder-senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda tanışma yokmuş gibi davranır. Fakat onların, Mün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve hâl dilleriyle şuur olsun olmasın, ibadetlerini yaparlar. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm”dir. (Menevi-i Nuriye, s.62.)
Bediüzzaman iktisadın kadınlarda fıtrî bir özellik ve kemal olduğuna dikkat çekmektedir. Hatta evlilik gibi meşrû ve fitrî bir ihtiyacın karşılanmasında bile, şayet uygun bir eş bulunmazsa, sırf maişeti temin gayesi ile, ahlâksız, Avrupaperest bir kocaya gitmemesi için kadınlara uyarıda bulunmaktadır. “Frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, köylü mâsum kadınlar” gibi çalışmalarını ve iktisat ve kanaatle yaşamayı tavsiye eder. “Kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız” der. “Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz.” (Nursî, Lem’alar, s. 204.)
İktisat Eden Allah’ın Ahlakına Uymuş Olur
Hücrelerin yaratılışı, kandaki alyuvarlar ve akyuvarların hareketi, insan bedenindeki cihazların uygunluğu, denizlerdeki canlıların dengesi, dünyadaki su nispetinin mükemmel hâli, canlıların baharda ve yazda yaratılıp sonbahar ve kışla birlikte ortalıktan kaybolması gibi sayısız faaliyette insan aklı hiçbir israf ve başıboşluk görememektedir. Bu da her yerde ve şeyde Allah’ın Hakîm isminin tecelli etmekte olduğunu gösterir. “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr, 15: 21.) âyeti yaratılışta ölçü bulunduğunu gösterir.
Allah’ın Hakîm isminin görüntüsü olan ilimler, kâinatta mükemmel bir iktisat ve israfsızlık olduğunu göstermektedir. Kur’ân üstteki âyetle kâinattaki dengeye dikkat çekmektedir. Adl ismi de bütün kâinatta adalet ve muvazene ile hareket etmektedir.
“Göğü yükseltip âleme nizam ve ölçü verdi. Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve tartıyı eksik tutmayın ki, ahiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin. (Rahman, 55:7-9.) âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. İşte, Kur’ân hakikatlerinden ve İslâmî prensiplerden olan adalet, iktisat, nezafet beşerin hayatında esaslı bir prensiptir. Ve bunlar bizzat Allah tarafından kâinatta uygulanmakla, kâinata kök salmış ve bütün varlık tabakalarını sarmış olduğu gösterilmiştir.”
Allah, Hakîm isminin gereği, “her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli takip etmektedir. Bu gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, Hakîm isminin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzımıdır ve esaslı bir prensibidir.” (Nursî, Lem’alar, 30. Lem’a, İkinci Nükte, s. 310.)
İktisat ve kanaatle hareket etmek, yaradılıştaki İlâhî gayeye uygun davranmaktır. Çünkü iktisat hem peygamber ahlâkıdır hem de Allah’ın kâinatta uyguladığı esaslı bir hikmet kuralıdır. Hikmet ise boş ve yersiz iş yapmamak, her şeyi yerli yerinde ve uygun yaratmayı ifade eder. İnsan da yeme-içme ve diğer ihtiyaçlarında bu kaideyi izlemelidir. Bu açıdan bakılırsa, yemekteki İlâhî gaye, nimete şükrederek, sağlığına zarar vermeyecek şekilde, dinî ve dünyevî vazifeleri yerine getirebilmek için beslenmektir.
İktisat Risalesi’ndeki bir temsil bu hikmeti mükemmel şekilde açıklar.
Buna göre hikmetli yaratıcı, insan vücudunu bir saray ve şehir gibi yaratmıştır. Dil bu sarayın kapıcısıdır. Mide, cesedin idaresinde bir efendi ve bir hâkimdir. Nimetlerin lezzetleri sarayın kapıcısı olan dile sunulan birer hediyedir. O saraya ve şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş kabilinden ancak beş derecesi uygun olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın.
Bu temsile göre iki lokma farz edelim. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine eşittirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki dilin zevkini okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için on misli pahalı bir gıdayı tercih etmek sadece beden sarayının kapıcısı olan dili şımartmak demektir.
Böylece dil kendini kapıcı değil beden sarayının hâkimi gibi görmeye başlar, “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verirse onu içeriye alır. Ya hazımsızlık ya da ateşe sebep olur. Bu da şehirde ihtilâl çıkartır.
Hâlbuki dilin vazifesi İlâhî bir mutfak olan tabiattaki nimetler üzerinde bir müfettişliktir. Çünkü dile yerleştirilen mizancıklar (tat alma duyuları) nimetleri tartmak ve tanımak için verilmiştir. Dil onları tanır ve bedenin hâkimi olan mideye haber verir. Bu tatma aynı zamanda manevî bir şükürdür. Çünkü nimetin cazibesi onu yaratanın güzelliğine işarettir.
Tat alma organımız aslında sadece midenin habercisi de değildir. Nimetlerdeki türlü türlü tatları fark eden dilimizin bu fonksiyonu, gerçekte, kalbi, ruhu ve aklı da ilgilendirir. Çünkü Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmeyi bu lâtifelerimizle gerçekleştiririz. Nimeti tefekkür ise bir ibadettir. Hatta nimeti vereni düşünme hazzı, nimetin maddî zevkinden binlerce kat daha yüksektir. Dünyamızın en aziz misafiri olan insana yakışan da budur.
Peki insan lezzetli gıdaları hiç almayacak mı? Ya da alırken neye dikkat edecektir? Bediüzzaman lezzetli nimetleri yeme konusunda bazı tesbitlerde bulunmaktadır: İnsanlar lezzetli gıdaları alabilirler.
Bunun şartı, 1- İsraf etmemek, 2- Şükür vazifesini yerine getirmek, 3- Allah’ın farklı nimetlerini tanımak ve tefekkür etmek, 4- Meşrû ve helâl şeyleri yemek, 5- Zillet ve dilenciliğe düşmemektir. Bu şartlar gerçekleşiyorsa, insan nimetlerde lezzetleri izleyebilir.
İktisat, Cimrilik Etmek Değildir
İktisatla ilgili karıştırılan iki ahlâkî nitelik vardır: İktisat ve hisset. İktisat ve hisset görünüşte birbirine benzese de mahiyetleri çok farklıdır. Tevazu kötü bir ahlâk olan tezellül ile karıştırıldığı gibi, iyi bir haslet olan vakar ile gurur da birbirine karıştırılır. İktisat ile hisset sadece görünüşte benzer; mahiyetleri çok farklıdırlar. Hısset, cimrilik, sefillik, tamahkârlık ve hırsın karışımıdır. İktisat ise izzetin, dikkatli olmanın, emniyet ve istikametin işaretidir.
Hz. Ömer’in büyük oğlu Abdullah, Sahabiler arasında, meşhur yedi Abdullah’tan biridir. Hz. Abdullah çarşıda kırk paralık bir alış verişte, ticaretin emniyet ve istikametini korumak için şiddetli münakaşa ederken görülmüş. Bu duruma muttali olan bir Sahabe, “Yeryüzünün şanlı halifesi Hz. Ömer’in oğluna bu tartışmayı yakıştıramaz. Bunu şaşılacak bir cimrilik gibi düşünür. Abdullah bin Ömer’in peşine takılıp işin sırrını öğrenmek ister. Görür ki, Hz. Abdullah evine girerken bir fakire rastlar. Fakirle bir parça ilgilenir. Evinin diğer kapısından çıkınca, başka bir fakirle karşılaşır. Onun da yanında biraz oyalanır ve sonra ayrılır. Meraklı Sahabe, duruma hayli merak sarar, gidip o fakirlere teker teker sorar: “Hz. Abdullah sizin yanınızda durdu, ne yaptı?” Her birisi dedi: “Bana bir altın verdi.”
O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, tamamen kendi isteği ile versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi: “Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.” Abdullah bin Ömer (ra) ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alış verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.” İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak demiş. Yani, “Hayırda ve ihsanda -fakat müstehak olanlara- israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”
İsraf (İktisatsızlık) Ahlâkı Bozar
İsraf insanı hırsa sevk eder. Hırs ise insanları, ahlâkla ilgili üç önemli sonuca götürür.
a- Bunlardan birisi kanaatsizliktir. Kanaat, çalışmayı yerine getirdikten sonra ortaya çıkan sonuçla yetinmektir. Çalışmadan eldekini yeterli görmek ise himmetsizliktir. Kanaatsizlik insanların çalışmaya olan şevklerini kırar. Şükür yerine şikâyet ettirir. İnsanları tembelliğe atar. Bu tür tembel insanlar, hırsla, helâl ve meşrû rızka kanaat göstermedikleri için meşrû olmasa da külfetsiz kazanç peşine düşer. Bu yolda şerefini lekedar etmekten çekinmezler. “İktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur.”
b- “Hırs hasaret ve kayıp sebebidir. Hırs gösteren kaybeder” ifadesi darb-ı mesel olmuştur. Hırslı kişi çoğunlukla emeline ulaşamaz, ulaşsa da insanların nefret ve istiskaline maruz kalır.
c- Hırsın bir zararı da “kulluğun özü” olan ihlâsı kırmasıdır. İhlâs yapılan iş ve ibadette sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetmektir. Allah’ın emir ve yasaklarını hayatında önemli sayan bir kişinin hırsı varsa, insanların rağbetini ve ilgisini ister. Böyle bir insan ise ihlâsa tam muvaffak olamaz. Özellikle de âlimlerdeki hırs onları küçük düşürmektedir.
İran’ın âdil padişahlarından Nûşirevanın veziri, Büzürcmehr (Büzürg-Mihr)’den sormuşlar: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim, emaretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani ümera cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikâne cevap vermiştir. Kanaat eden âlim ise, insanlardan istiğna göstererek insanların teveccühünü aramaz, kendine ihlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır.
İktisatsız Olan Kulluğundan Gafildir!
Yeme içmede iktisat ve riyazet (özellikle oruç) ahlâkın güzelleşmesine hizmet eder. Çünkü insan nefsi gafletle kendini unutur. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakirliği, sayısız hatalarını göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve musîbetlere maruz bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var, kendini hiç ölmeyecek gibi, ebedî tahayyül eder. Öyle dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Kendini şefkatle terbiye eden Hâlık’ını düşünemez. Hayatının gayesini ve uhrevî bir hayata hazırlanması gerektiğini unutur. Kötü ahlâklara yuvarlanır. (Mektubat, s. 389-390.)
Sonuç
İnsan iktisatlı yaşamayı ilke edinirse, kişinin, fert, aile ve cemiyet hayatında olumlu sonuçları ortaya çıkmaktadır. İktisat her şeyden önce Allah’ın kâinatta uyguladığı hayatî bir prensiptir. Her şey hikmetle, dikkatle ve birçok faydalar ve sonuçlar gözetilerek yaratılmaktadır. İnsan da Rabbinin hikmetine uygun hareket ederek iktisatlı olmalıdır.
İktisat insanın haysiyet ve şerefini korur. İzzet ve şeref ise bir insanın hayattaki en önemli manevî zenginliğidir. Yaratılışımızdaki gaye ve maksatları gözeterek yaşamak iktisatlı olmakla mümkündür. Savurgan insan zamanla kulluğun özelliklerini de kaybetmektedir.
İktisadın getirileri çoktur. İktisatsızlık ise insanı birçok zararlı hallere düşürmektedir. İktisadı terk eden, hırsa, kanaatsizliğe ve aç gözlülüğe maruz kalır. Hırs, insanı perişan eden bir duygudur. Hırslı insan çoğunlukla maksadına ulaşamaz. En büyük zararı da hırsla hareket eden ihlâsı kaybeder, Allah’la ilişkisi bozulur.
Kaynak: Yeni Asya / Enstitü Sayfası