Peygamberimiz (asm), nübüvvetten önce Hz. İbrahim’in (as) Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden bakıye-i dini ile ibadet ederdi. Fakat farziyet ve mecburiyet sûretinde değil, belki ihtiyariyle ve mendubiyet sûretinde idi.
Peygamberimiz (asm), nübüvvetten önce Hz. İbrahim’in (as) Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden bakıye-i dini ile ibadet ederdi. Fakat farziyet ve mecburiyet sûretinde değil, belki ihtiyariyle ve mendubiyet sûretinde idi. (Mektubat, 272.)
Neden İbrahim’in (as) bakıye-i dini ile ibadet ederdi de, kendisine daha yakın olan Hz. İsa’nın (as) dini ile amel etmezdi diye insanın aklına gelebilmektedir. Biz de bu konuda bir araştırma yaptık ve bazı gerçekçi sonuçlara ulaştık. Bu yazımızda da bunu okuyucularımızla paylaşmak istedik. Çünkü “bilgi paylaşıldıkça çoğalır” ve doğrular yayıldıkça yanlışlar kaybolur.
Hz. İbrahim’in (as) dini “Hanif Dini” veya kısaca “Haniflik”tir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “İbrahim, ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. O doğru ve istikamet dini olan hanif bir Müslümandı ve asla müşriklerden değildi” (Âl-i İmran, 3:67.) buyurur. Bu âyette buyrulduğu gibi Haniflik, Hz. İbrahim’in (as) temsil ettiği tevhid esasını ifade etmektedir. (Hak Dini Kur’ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, 6:3821; (Âsım Efendi, Kamus-u Okyanus, “Hanif” Maddesi.)
Hz. İbrahim’in (as) müşrik ve putperest Nemrut’a karşı tevhid hakikatini müdafaa ettiği için ateşe atıldığı herkesin malumu ve tüm ehl-i kitab olan Yahudi ve Hıristiyanların ittifak ettiği bir husustur. Onlar bu cihette Hz. İbrahim’e (as) sahip çıktıkları gibi İbrahim (as) tüm peygamberlerin babası olmak ciheti ile herkesin sahiplendiği bir peygamberdir. Nitekim Yahudiler kendilerini Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın (as) çocukları olarak görürler. Bu cihetten Hz. İsa (as) da İshak (as) neslinden gelen bir peygamberdir. Peygamberimiz (asm) ise İsmail’in (as) neslinden gelmiş olmakla İbrahim (as) neslinden gelen son peygamberdir ve İbrahim’in (as) duâsıdır. Doğrudan babası olan Hz. İbrahim’in (as) dini ile ibadet etmesi akla ve dine daha uygundur.
Akla uygundur çünkü o İbrahim’in (as) tevhid dinini temsil ve müdafaa etmektedir. İbrahim (as) asla şirke bulaşmadığı gibi takipçileri de asla şirke düşmemişlerdir. Buna putperest Mekke’de bulunan ve sayıları birkaç kişiden ibaret olan Haniflerin o şartlarda bile tevhidi müdafaa ettiği en güzel delildir. Kuss bin Saide, Varaka bin Nevfel, Hz. Ebûbekir (ra) gibi mümtaz kişiler hanifleri temsil etmekteydiler ve asla şirke bulaşmamışlardı. Peygamberimizin (asm) de elbette şirkten en fazla nefret eden biri olarak Hz. İbrahim’in (as) bakıye-i dini üzere olması en doğru olan bir husustur.
Dine uygundur, çünkü gerek Yahudiler ve gerekse Hıristiyanlar bilerek veya bilmeyerek şirke girdiler. Esbaba tesir ve ruhbanlara yetki vererek bunu bilmeden yaptıkları gibi, Yahudiler Hz. Üzeyir’e (as) ve Hıristiyanlar Hz. İsa’ya (as) “ibnullah” yani ‘Allah’ın oğlu’ diyerek doğrudan şirke düştüler. (Tevbe, 9:30.) Peygamberimizin (asm) şirkten en fazla nefret eden birisi olarak onların dinleri ile amel etmesi elbette düşünülemez. En azından görünüşte onlara benzemiş olurdu ki, bu bir peygambere asla yakışmazdı.
Hanif lügatte “Hakka ve doğruya yönelen ve tevhidde istikamet üzere olan kimse” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda geçmektedir. Hatta Peygamberimize (asm) “Hıristiyan ve Yahudi olursanız doğru yolu bulursunuz” diyenlere Yüce Allah’ın “Ey Habibim! ‘Bilâkis biz, doğruya yönelmiş Hanif olan ve Allah’a şirk koşmayan İbrahim’in dinine uyarız’ de” (Bakara, 2:135.) dediğini nakleder.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah, Peygamberimizi (asm) İbrahim (as) dinine tabi olmaya ve yolunu devam ettirmeye davet eder. “İbrahim şüphesiz Allah’a boyun eğen ve yalnız Allah’a yönelen Hanif bir peygamberdi; puta tapanlardan değildi. Şimdi sen de ey resûlüm, doğruya yönelmiş olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim’in dinine uy diye vahyettik” (Nahl, 16: 120-123.) buyurur. Bu vahyin Peygamberimize (asm) yapılmış olması da gösteriyor ki, Peygamberimiz (asm) nübüvvetten önce de farziyet sûretinde değil, ilham tarîki ile yüce Allah tarafından Hanif dini üzere amel etmeye yönlendirilmiştir.
Peygamberimiz (asm) de “Ben amelde müsamahakâr olan; ama inançta tevhidi esas alan Hanif dini ile gönderildim” (Buhari, İman, 29; Tirmizi, Menâkıb, 32; Müsned-i Ahmed, 3:442, 5:266.) buyurarak İslâmiyet’in tevhidi esas alan Hz. İbrahim’in (as) dininin devamı ile gönderilmiş olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Yüce Allah’ın “Allah katında din İslâm’dır” (Âl-i İmran, 3:19.) âyeti ile Hanifliğin çelişmediği açıktır. İslâm ile Hanifliğin ifade ettiği mânâ birdir. O da tevhidi esas almış ve şirkin her nevinden uzaklaşmıştır. Hanifliğin şirkten kaçınması ile İslâm’ın Allah’a teslimiyeti aynı anlamın devamı niteliğindedir. Şirkten uzaklaşmanın sonucu Allah’a teslimiyettir.
Bu anlamda “Hanif” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 12 yerde geçmektedir. (Bakara, 2:135; Âl-i İmran, 3:67, 95; Nisa, 4:125; En’am, 6:79, 161; Yunus, 10:105; Nahl, 16:120,123; Rum, 30:30; Hac, 22:31; Beyine, 98:5.) Bunlardan çıkan sonuç ise “Hanif”in anladığımız mânâda “Müslüman” anlamına gelmesidir.
Hanifin bir anlamı da “fıtrat ve istikamet”tir. Bu mânâyı bir kudsî hadiste yüce Allah’ın “Ben kullarımı istikamet ve selâmet üzere hanifler olarak yarattım” (Aynî, Umdetu’l-Kârî, 8:179.) buyurmasından anlıyoruz. Peygamberimizin (asm) hadislerinde de bu mânâ hâkimdir. Nitekim Peygamberimizin (asm) Ebû Hureyre (ra) tarafından rivayet edilen bir hadisinde “Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut Hıristiyan veya Mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a’zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?” Sonra Ebû Hureyre (r.a.) “Yüzünü hak din olan İslâma çevir—o fıtrat dini ki, Allah insanları o din üzerine yaratmıştır. Allah yaratışını değiştirecek değildir; siz de Allah’ın yarattığını değiştirmeyin. İşte dos doğru din budur; lâkin insanların çoğu bilmez” (Rum, 30:30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Buhari, Cenâiz, 80.)
Fıtrat, Allah’ın insanı hak ve hakikati anlamaya ve kavramaya ve Allah’a iman ederek ibadet etmeye müstait bir yaratılış üzere yaratması demektir. Nitekim “Yüzünü hanif dinine çevir. Allah’ın insanları akıl ve kabiliyetlerle donatarak fıtrat üzere yaratmasının gereği budur. Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz ve bu Allah’ın kadim dinidir” (Rum, 30:30.) âyetinden bunu anlıyoruz.
Dolayısıyla fıtratın sesi Allah’ın birliğini esas alan tevhid hakikatine iman ve bir olan Allah’a teslimiyettir. Bunun tatbiki ise Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (asm) itaat ederek yolundan gitmektir. Aklın gereği ve kabiliyetlerin istikamet üzere inkişafının neticesi budur. Hak ve tevhid dini olan İslâm ve Hanif dininin bütün esasları selim akılların ve inkişaf etmiş kabiliyetlerin kabul edip teslim olacağı şekildedir.
Bütün bu sebeplerden dolayı Peygamberimiz (asm) nübüvvetten önce Hz. İbrahim’in (as) bakıye-i dîni ile amel ederdi. Yani fıtrat ve İslâm üzere idi, şirkten nefret eder ve tevhide iman ederdi. İbadeti farziyet şeklide değil, mendubiyet şeklinde ve kendi iradesi ile daha ziyade tefekküre dayanan ve imanın inkişafını netice veren bir şekilde idi. Daha sonra emrolunduğu için farziyet şeklinde ibadetine devam etti.