Varlık içinde en değerli şey hayattır. Vazifeler içinde en kıymetli olan ise hayata hizmettir. Hayata hizmet içinde en önemli olan ise fani hayatı baki bir hayata çevirecek olan imana hizmettir. Bilirsiniz ki ömür kısadır ve lüzumlu işler pek çoktur.
Varlık içinde en değerli şey hayattır. Vazifeler içinde en kıymetli olan ise hayata hizmettir. Hayata hizmet içinde en önemli olan ise fani hayatı baki bir hayata çevirecek olan imana hizmettir. Şu fani hayatın değeri ve önemi ise baki olan ebedi ahret hayatına çekirdek ve başlangıç ve kaynak olması yönüyledir. Ebedi hayatını zehirleyecek, bozacak bir tarzda bu dünya hayatına bakmak, âni bir şimşeği devamlı bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.
Bilirsiniz ki ömür kısadır ve lüzumlu işler pek çoktur. Kafamızı teftiş ettiğimiz zaman malumatımızın içinde ne derece gereksiz, faydasız ve işe yaramaz odun yığınları gibi cansız şeyleri buluruz. Bu gereksiz bilgileri faydalı, nurlu ve ruhlu yapmanın çaresi iman ışığı ve ile fikirleri “Hakîm-i Zülcelal” hesabına çevirmek, o odunlara ateş verip nurlandırmaktan geçer. Bu durumda lüzumsuz ve gereksiz fenni bilgiler kıymetli, değerli “Maarif-i İlâhiye” hükmüne geçer. İmanımıza güç verir, imanın artırılmasını ve kuvvetlenmesini sağlayarak bu fani hayatı baki bir hayata çevirebilir. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı imandır. (Barla, 2006, s. 119.)
İman-ı tahkiki ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilemeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişlerdir. Zira iman-ı tahkiki yalnız akılda durmaz, belki hem kalbe, hem sırra, hem öyle letâife öyle sirayet ediyor ve kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemez. Böyle bir iman zevalden ve şüphelerle sarsılmaktan mahfuz kalır.
İmanı tahkiki yapmanın, geliştirip inkişaf ettirmenin, kuvvetlendirip aklın da ötesinde ruha ve kalbe yerleştirmenin yolu “İman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhânî ve kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaık-ı imaniyeyi tasdik etmektir.” İşte bu yol Risale-i Nurun takip ettiği Kur’ânî ve burhânî yoldur. Risale-i Nur okuyanlarına hakaık-ı imaniyeyi ispat ettiği gibi, imana muhalif olan yolların gayr-ı mümkün ve muhal ve mümteni olduğunu gayet vazıh bir şekilde göstermekte ve tam tamına “Allah’tan başka ilahlar olsaydı her şey fesada giderdi” ( Enbiya, 21:22 ) ayetini tam olarak ispat etmektedir. (Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 38.)
Risale-i Nurlar okuyanlarının imanlarını kurtardığı, imanı kurtulanların imanlarını inkişaf ettirdiği, imanı inkişaf edenlerin imanlarını genişlendirdiği için eski zamanda hak tarikatların on beş, yirmi senede verdiği “marifetullah” dersini daha kısa zamanda, on beş ve yirmi günde vermesinden dolayı artık tarikatlara gerek kalmamıştır. Bu develerle bir ayda gidilen bir yolun artık otomobil ile bir iki saatte gidilmesine benzediği için hiç kimsenin artık deve ile yolculuk yapmayı tercih etmemesine benzer. Bu nedenle develerle artık yolculuk yapma devri geçmiştir.
Zaten tarikatların şahı ve Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbani (ra) “Bütün tarikatların müntehasi ve en büyük maksatları, hakaık-ı imaniyenin inkişafıdır. Bir mesele-i imaniyenin kat’iyetle vuzuhu, bin kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir” diyerek tarikatın amaç ve hedeflerini ortaya koymuştur. Bu amaç ve hedefe daha kısa zamanda ulaştıran bir vasıta bulunsa, ona karşı lakayt kalmak akıl karı olmadığı gibi, kayıtsız kalanların aptallığından şüphe de edilmez. Bu durum hamakatini aleme ilan etmek demektir.
“İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, ‘Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir’ diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.
Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.
Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki ‘Esmâ-i İlâhiye’ adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.
Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur'ân'ın mucizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-i imaniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.
İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur'ân ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur'ân nuruyla vesile olsun.
Hadîs-i şerifte vardır ki: ‘Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır. (Buhari, Cihad, 102) ‘Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.’ (Keşfu’l-Hafa, 1:1004.) Bu iki hadis-i nebevi de gösteriyor ki Risale-i Nur’un takip ettiği “İmana Hizmet” ve “İman-ı Tahkiki” “Velayet-i Kübra” caddesi olup tarikatlerin takip ettiği “Velaye-i Suğra” mesleğine ve yoluna ihtiyaç bırakmıyor. (Mektubat, 2004, s. 40-41; Emirdağ Lahikası, 2006, s. 188-191.)
Hakikat-i hal böyle iken bazı safdil ve gafiller ehl-i dalalaet ve zındıkanın oyununa gelerek safiyane ve amiyane “Herkes Allah’ı bilir. Âdi bir adam bir veli gibi Allah’a iman eder. İmanın dersini almaya ve imanı inkişaf ettirmeye ne gerek var?” diyerek Risale-i Nurların pekyüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lüzumlu iman dersini gereksiz gösterme çabasındadırlar. Ta ki kendi mesleklerinin revacını bununla sağlayacaklarını sanmaktadırlar ve taassup içinde Risale-i Nurları kendi mesleklerinin revacına engel olarak görmektedirler. Böylece meslek taassubu ile Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkesin muhtaç olduğu imanî hakikatlerinden insanları ve bilhassa ehl-i imanı mahrum bırakmaya çalışmaktadırlar. “Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu yeniden ders almaya ihtiyacımız yok” demektedirler.
“Halbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl'i inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat Ona iman etmek, Kur'ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.(Emirdağ Lahiası, 2006, s.348-349.)
Sonuç olarak “İman kalesinin tehlikede olduğu ve düşmanın doğrudan imana hücum ettiği” bu dehşetli asırda doğrudan Kur’ândan çıkan ve kısa zamanda okuyanının imanını kurtarıp tahkiki yapan ve hakkalyakîn mertebesine inkişafını sağlayan Risale-i Nurları okumak Allah'ın rızasını ve ahret hayatını arayanların en önemli vazifesidir.