
Asrımız; ilim, fen ve aklın hâkim olduğu; medeniyet neticesinde devletlerin “insan hak ve hürriyetlerine” önem verdiği; “din ve vicdan hürriyetinin” devletlerce kabul edilerek Anayasalarına koyduğu ve “hukuk devleti” kavramının esas alınarak uygulamaya çalışıldığı bir dönemdir. Elbette “cihat” kavramı da bu medeni dönemde yerini kendine lâyık en güzel şekliyle alacaktır.
Kur’an-ı Kerimde yüce Allah “kıtal” olarak ifade ettiği savaşın meşruiyet şartını “zulüm ve tecavüz” olarak belirlemiştir. “Kendilerine savaş açılan müminlere, zulme uğramaları sebebiyle savaş izni verilmiştir. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara Suresi: 190-191; Hac Suresi: 39-40.) Bu ayette yüce Allah savaşın meşruiyetini, kendilerine savaş açılması ve zulme uğramaları şartına bağlamıştır.
Savaş ancak haricî düşmanını tecavüzünü durdurmak, fitne ve fesatlarını önlemek ve zalimlerin zulümlerini defederek barış ve huzuru sağlamak için yapılır. Bu da ancak devlet başkanının kumandası ve sevk u idaresi ile olur.
Ortada zulüm ve tecavüz sözkonusu değilse savaş meşru olmaz. Zira haksız yere bir cana kıymak çok büyük zulüm ve haksızlıktır. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Haksız yere bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibi büyük zulümdür; bir insanı kurtarmak da bütün insanları kurtarmak gibidir.” (Maide Suresi: 34.) Hâl böyle olunca haksız yere savaşmanın ve savaşa sebep olmanın ne derece büyük bir zulüm ve çirkin bir günah olduğu kıyas edilsin.
IŞİD kiminle savaşıyor? Tecavüz etmeyen ve zulmetmeyen mazlum mü’minlerle savaş nasıl meşru cihat olabilir? İŞID’ın yaptığı zulüm ve tecavüzdür. Onun zulümünü önlemek için devletlerin önlem alması gerekmektedir.
Günümüzün cihadı manevîdir.
Asrın en büyük alimi ve dinde söz sahibi olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Cihat farz-ı kifaye iken, bu zamanda farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Her bir mü’min ilâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de cehl, fakr ve ihtilâf-ı efkâra karşı cihat edeceğiz.” der. (Hutbe-i Şamiye, s.151; Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64.) Bu ifadeleri ile Bediüzzaman, bu zamanda, özellikle İslâm dünyasındaki cehalet, fakirlik ve bölünmüşlüğe dikkatimizi çekerek her şeyden önce bunlarla cihat etmemiz gerektiğini anlatır. Bu mücadele ve cihat şekline de “manevî cihat” adını verir.
Kur’ân-ı Kerim bize, “Allah yolunda nasıl cihat etmek gerekirse öyle cihat edin.” (Hac Suresi: 78.) emrediyor. Zamanımız silâhla savaşma dönemini geride bırakmıştır. Çünkü bu zamanın insanları medenidir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin tespiti ile, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşilere olduğu gibi icbar ile değildir.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64.) Bu hükmün ferde ve Müslümanların sosyal hayatına bakan yönüyle cehalete, fakirliğe ve bölünmüşlüğe karşı ilim, fen ve sanat, birlik ve beraberlik, din kardeşliği çerçevesinde eğitim ve irşat görevi olduğu gibi, devletler arası hukukta da demokrasinin ve hürriyetin gereği olan “diplomatik” ikna metotları olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda Müslümanlar düşmanlarını mağlûp etmek için silâha değil, ilme ve sanata sarılmalı, dinin uhuvvet prensibini hayata geçirmeye çalışmalıdır. Sosyal ve siyasi sahadaki devletler arası münasebetlerde de “hürriyet ve demokrasinin” gerekleri yapılarak “diplomasinin” ince ve hassas siyasetini takip etmelidirler.
Asrımız; ilim, fen ve aklın hâkim olduğu; medeniyet neticesinde devletlerin “insan hak ve hürriyetlerine” önem verdiği; “din ve vicdan hürriyetinin” devletlerce kabul edilerek anayasalarına koyduğu ve “hukuk devleti” kavramının esas alınarak uygulamaya çalışıldığı bir dönemdir. Elbette “cihat” kavramı da bu medeni dönemde yerini kendine lâyık en güzel şekliyle alacaktır.
Bütün bunları 1910’lu yılarda yüz sene öncesinden nazara alarak dikkatimize sunan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, medenilerin “laiklik kavramını” izah etmek için ele aldığı “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi: 256.) ayetini şöyle ifade ediyor: “Bu ayet 1350 tarihine mana-yı işarî ile parmak basar ve der ki: ‘Gerçi o tarihte dini dünyadan tefrik ile dinde ikrah ve icbara ve mücahede-i diniye ile ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-i esasî olur ve bir düstur-u siyasi oluyor. Ve hükümet laik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil, manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkiki kılıcıyla olacaktır. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede beyan eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak.” (Şualar, s. 243.) diyerek Risale-i Nurlar ile Kur’ân’ın manevî mücahedesine dikkatleri çekmektedir.
Dolayısıyla bu zamanda cihat kavramı da şeklini değiştirmiş ve “cihad-ı manevî” adını almıştır. Artık farz olan cihat vazifesi manevî olarak hükmünü icra edecek ve her Müslüman manevî hizmetlere yönelecektir. Bu manevî vazifelerinin başında “iman-ı tahkikiyi Kur’ân’dan ders almak ve asrın muhtaç olan insanlarına “iman dersi” vermek şeklinde olacaktır.
Peygamberimizin manevî cihadı
Bu konuda Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de bizlere ne güzel ölçüler vermektedir. “Başkalarının Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da nâdanlık edip, bilmeyerek Allah’a sövmesinler.” (En’am Suresi: 108.) Burada ince bir diplomasi dersi vardır. Yani, sair dinlere de, başka fikirlere de saygılı olun. Onları dinleyin ki, onlar da size kulak versinler. O zaman hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri onları celp ederek İslâmiyet dairesi içine alacak, size de sevap kazandıracaktır, buyuruyor.
Yine, “Ehl-i kitapla en güzel şekilde mücadele edin. Güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara Yaratıcının vahdaniyetini anlatın. Ancak onlardan zulme sapanlar müstesnadır. Onlara deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir. Biz ancak Ona boyun eğeriz.” (Ankebut Suresi: 46.) “Sen onların kötülüklerini en güzel hasletlerle, şirk ve inkârlarını da en güzel tevhid delilleri ile def et. Onların yakıştırdıklarını biz daha iyi biliriz.” (Mü’minun Suresi: 96.)
Yüce Allah’ın bize güzelce emrederek açıkladığı bu güzel cihat vazifesini yapanların mükâfatının büyüklüğünü de, bakınız nasıl veciz bir şekilde anlatıyor: “İnsanlardan özürsüz olarak yerlerine oturanlarla, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler birbirine eşit değildir.” (Nisa Suresi: 95-96.) Bu ayette de mal ile cihat etmeyi; malı Allah yolunda, iman ve Kur’ân hizmetinde harcamayı; canı ile cihat etmenin de, özellikle her Müslümanın her gün bir saatini namaza ayırdığı gibi en az bir kaç dakikasını da Allah’ın dinine hizmet etmek için ayırması gerektiğini anlatmaktadır.
Peygamberimiz (asm) 53 yaşına kadar Mekke’de bulunmuş ve 40 yaşında Kur’ân nazil olamaya başladığı andan itibaren hicret edeceği 53 yaşına kadar 13 sene Mekke’de Kur’ân ile müşriklerle manen mücadele etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in üçte ikisi, yani yaklaşık 4000 ayeti Mekke’de nazil olmuştur. Ahkâm ve ibadete ait namaz dışında hiçbir emir ve yasak gelmemiştir. Peygamberimizin (asm) buradaki cihadı Kur’ân ile ve “iman hakikatlerini” anlatmak şeklindedir. Peygamberimiz (asm) Kur’ân-ı Kerim okur ve ondaki iman hakikatlerini izah eder, imanın kalplere ve gönüllere yerleşmesini sağlardı. Nazil olan ayetleri ve sureleri Sahabelerine yazdırır ve çevre kasaba ve kabilelere ulaştırır, okumalarını ve öğrenmelerini sağlardı.
Peygamberimiz (asm) inananlardan biat alırdı. Bu biat, “Allah’a ibadet etmek ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, çocukları öldürmemek, zina ve iftira etmemek, zor ve kolay durumlarda, hoş ve nahoş şartlarda imanı savunmak, hakkımızın çiğnendiği hususlarda itaat etmek, idareyi elinde tutanlarla iktidar mücadelesine girmemek, nerede olursa olsun hakkı söylemek ve kınayanların kınamasından korkmamak üzere biat ettim.” (Buharî, İman, 11; Tirmizî, Hudud, 12.) şeklinde idi.
Peygamberimiz (asm), Sahabelerine, “Gerçek mücahit, Allah için nefsi ile cihat edendir.” (Feyzü’l-Kadir, 2:31.); “İlim öğreniniz. Allah için ilim öğrenmek, Allah’tan korkmayı netice verir. İlme çalışmak ibadettir. Müzakeresi, mütalâası tespihtir. İlmi araştırmak ise cihattır.” (İhya, Beyrut, 1 : 11; Terğib-Terhib, Beyrut, 1: 94.) buyururlardı.
Peygamberimiz (asm) Medine döneminde harici tecavüze karşı silâhla cihada memur edildiği zaman da, silâhlı cihadı “küçük cihat,” nefisle mücadeleyi “büyük cihat” olarak tarif etmiş ve Sahabelerine, “Küçük cihattan büyük cihada, yani nefis ve şeytanla manevî mücahedeye dönüyoruz.” (Kenzü’l-Ummal, 4: 616, Hadis No: 17799.) buyurarak manevî cihadın önemine dikkat çekmiştir.
Cihat, insanlara baskı yapmak, zorlamak, hürriyetlerini elinden almak değildir. Cihat insanlara iman ve İslâm hakikatlerini ulaştırmak, Cehennem azabından kurtarmak, Allah’ın rızasını, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi kazandırmaktır. Bunun yolu da insanları öldürmekten değil, kazanmaktan geçer. Allah’ın en değerli varlığı insandır ve Allah insanı Cennete ve saadet-i ebediyeye çağırmaktadır. (Âl-i İmran Suresi: 133.) Bu da nasihatle ve iman hakikatlerini kalplere ve gönüllere yerleştirmekle mümkündür. Bu nedenle Peygamberimiz (asm), “Din nasihattir.” (Müslim, İman, 95) buyurmuşlardır.
Nasihatin en güzel ve en geçerli olanı yazı ve kitapla yapılan şeklidir. Çünkü bunda kişi kitapla karşı karşıya kalır, öğrenme niyeti ile kitabı okur. Bu nedenle nasihat daha tesirli olur. Büyüklerden ve doğrudan kişilerden alınan nasihatlerde araya his, garaz ve başka sebepler karıştığı için nefis araya girer ve nasihati dinleyen kendini ve nefsini müdafaaya sevk edebilir. Peygamberimiz (asm), “Kıyamet günü âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından üstün ve ağır gelecektir.” (İbn-i Hacer, 4 : 427; Müsnedü’l-Firdevs, 5: 519; Feyzü’l-Kadir, 3: 301.) hadisi ile yazı ve kitapla yapılan cihadın daha değerli olduğunu anlatmıştır.
İslâm silâh zoru ile yayılmamıştır. Tebliğ ve irşat, nasihat ve ilim yolu ile yayılmıştır. Silâh münkir ve müşriklerin harici tecavüzatını def etmek için devletler tarafından yapılmıştır. Bütün bunları göz önüne alarak, Müslümanların önüne aydınlık bir yol açan zamanımızın en büyük mücahidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Peygamberimizin (asm) bu hadislerine dayanarak, “Bu zamanda cihat manevîdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 455.) hükmünü vermiştir.
Asrımızın cihadı iman-ı tahkiki kılıcı iledir
Allah’a iman ve ibadet, takva ve cihat çok önemli dinî bir görevdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Cihat ile ubudiyet ve takvayı beraber götüren...” (Sözler, s. 711.); “Bu zamanda korkutmakla değil, muhabbet ve sevdirmekle...” (İçtimai Reçeteler, 2: 298.) İslâm’a hizmet edilebileceğini açıklayan bir mücahittir.
Bediüzzaman, “Cihat farz-ı kifaye iken, farz-ı ayn olmuştur.” (Hutbe-i Şamiye, s. 151.) buyurarak bu zamanda dini müdafaa ve dine hizmet için cihat vazifesini yapmanın farz-ı kifaye olmaktan çıkıp, her mü’mine farz-ı ayn hükmüne geçtiğini belirtir. Böylece tüm inananların bu cihada katılması gerektiğini söyler. Farz-ı ayn olan cihadı Peygamberimiz (asm) ve Sahabileri Mekke döneminde Kur’ân ve iman hakikatlerini anlatarak ve her çeşit vasıta ile yayarak yapmışlardır. Bediüzzaman bu manevî cihadın benzerine bu zamanda büyük bir ihtiyaç olduğunu, “Asrımızın cihadı iman-ı tahkiki kılıcı ile olur.” (Şualar, s. 243; Hutbe-i Şamiye, s. 41.) ifadeleri ile açıklamıştır.
Bediüzzaman, talebelerine verdiği son dersinde de, “Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-ı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla şükürle mükellefiz... Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müspet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihat başka, dâhildeki cihat başkadır... Biz bütün kuvvetimizle dâhilde asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 456.) demektedir.
Bediüzzaman Hazretleri, “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir.” diye en büyük cihat görevinin nefisle cihat olduğunu hatırlatır. Nefsi terbiye etmek, hayra ve iyiye yönlendirmek de, ancak Allah’a ve ahirete iman etmek, ahiret hedefine yönelmekle mümkündür. Bunu sağlayacak olan da elbette Kur’ân-ı Kerim’deki iman hakikatlerini nefsimize hitap ederek okumak şeklindedir. İman güçlendikçe nefsimiz de ıslah olacak, şerden kaçarak hayra yönelecektir. Toplumda da gerçek adalet ve hürriyet, nefislerini ıslah etmiş insanların çoğalması ile sağlanacaktır.
Ülke içinde silâhlı mücadele cihat sayılmaz
Bediüzzaman’ın üzerinde ısrarla durduğu ve sosyal hayatı ilgilendiren iki önemli prensibi vardır. Birincisi asayişin korunması, ikincisi de müspet hareket etmek, yani halkla, polisle ve askerle karşı karşıya gelmemek ve getirmemektir.
Bediüzzaman, “Hariçteki cihat başka, dâhildeki başkadır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 456.) buyurarak ülke içinde silâhla cihat olmayacağını ve bunun asayişi ihlâl ederek anarşiyi netice vereceğini söyler. Bediüzzaman’a göre dâhilde ülke içinde cihat ancak halkı irşat etmek ve toplumu çeşitli vasıtalarla eğitmek şeklindedir. Harici cihat ise düşmanın ülkeye saldırısı, yani dış tecavüze karşıdır. Bu da devlet eliyle yapılır. Bediüzzaman da Rusya’nın Anadolu’ya askerî müdahalesine karşı devletin yanında yer alarak talebeleri ile bizzat savaşa katılmış, mütecaviz düşman ordularına karşı gönüllü alay kumandanı olarak savaşmış ve esir düşmüştür.
Dünya devletlerinin hürriyet ve demokrasi içinde din ve vicdan hürriyetini esas alarak din ile savaşmayı terk etmesi üzerine Bediüzzaman, “Cihad-ı hariciyi şeriat-ı garranın elmas kılıçlarına havale edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64; Tarihçe-i Hayat, s. 52.) diyerek hariçte de cihadın manevî yönünü nazara vermiş, “Fen ve sanat silâhıyla ilâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakr ve ihtilâf-ı efkâra karşı cihat edeceğiz.” (Age, 64.) diyerek fen ve sanat vasıtasıyla cehalet, fakirlik ve bölünmüşlük gibi gelişmemizi önleyen, bizi güçsüz bırakan sosyal hadiselerle manen cihat etmek gerektiğini ifade etmiştir.
Ülke içinde zulüm, haksızlık ve adaletsizlik gibi toplumu geren ve sosyal hadiselere sebebiyet veren uygulamalara karşı idarecileri ikaz etmek, hak ve adalet için mücadele etmek de bir çeşit cihattır. Peygamberimiz (asm), “En üstün cihat, zalim sultana karşı çekinmeden hakkı söyleyendir. Gerçek âlim de bunu hakkıyla yapandır.” Aclunî, Keşfü’l-Hafa, 1: 153.) buyurmuşlardır.
Bediüzzaman, Allah yolunda cihadın Müslümanların vazifesi olduğunu, (Emirdağ Lâhikası, s. 298.) bunun da zarurete ve yoksulluğa karşı sanata çalışmakla; ihtilâfa karşı ittifakla ve ittihatla; (İçtimaî Reçeteler, 2: 272-273.) fen ve sanat silâhı ile de cehalete karşı cihat etmeyi bu manevî cihadın (Emirdağ Lâhikası, s. 455.) gereği olarak görmüştür.
Sonuç
Cihat, insanları öldürmek için yapılmaz. Zulmü ve tecavüzü önleyerek mütecavizlerin tecavüzünü def etmek; barışı, emniyeti ve adaleti sağlamak için yapılır. Cihadın gerçek amacı insanları kazanmak, öldürmeyi önlemektir. (Enfal Suresi: 61-62; Nisa Suresi: 90; Tövbe Suresi: 6.)
İslâm hukukuna göre bir kâfir küfründen dolayı öldürülmez. Zulüm ve tecavüzünden dolayı ölümü hak ederse öldürülür. (Mevdudî, Cihat, 322.) Aynı hüküm baği, yani isyan ve tecavüz eden, zalim Müslüman için de geçerlidir. Bir Müslüman cana ve namusa tecavüz ederse; yol keser, isyan eder anarşi çıkarırsa, diğer suçlular gibi ceza görür. (Reddü’l-Muhtar, 2: 273.)
Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de, “Kendilerine savaş açılan müminlere, zulme uğramaları sebebi ile savaş izni verildi.” (Hac Suresi: 39-40; Bakara Suresi: 190-191.) buyurarak savaşın niçin emredildiğini açıkça belirtmişlerdir. Haksız yere bir insanı öldürmeyi ise tüm insanları öldürmekle eşdeğer büyük günah olarak ifade etmiştir.” (Maide Suresi: 34.) bunun için devlet savaş esnasında bile bir ferdin hakkını korumayı amaç edinmeli ve bunu yaparken bir tek bireyi bile incitmemeye özen göstermelidir.