
İslamiyet bütün bu değerleri içine aldığı için bu değerleri en güzel şekilde korumayı siyasetlerinin gereği kabul eden “Hürriyetçi Demokrasiyi” siyasi tercih olarak kabul etmiş ve demokratların iktidarda kalmasına çalışmıştır. Zira bu değerlerin tamamı ancak hürriyetçi demokrasi içinde inkişaf eder ve değer kazanır.
Giriş
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Milliyetimiz bir vücuttur ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır” (ESDE, Münazarat, s.270.) buyurur. Bir başka ifadesinde “Milliyetimizin ruhu İslâmiyet’tir; hakikî ve nisbî ve izafîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz” (ESDE, Münazarat, s.210.) buyurur. İslamiyet hakiki, milliyet izafî, insaniyet nisbîdir. İslam milliyeti hakiki olarak İslam kardeşliğini, izafî olarak millî değerleri, nisbî olarak da insanî değerlerin tamamını kapsadığı için çok güçlüdür. Başka şeye ihtiyaç bırakmıyor.
İslamiyet bütün bu değerleri içine aldığı için bu değerleri en güzel şekilde korumayı siyasetlerinin gereği kabul eden “Hürriyetçi Demokrasiyi” siyasi tercih olarak kabul etmiş ve demokratların iktidarda kalmasına çalışmıştır. Zira bu değerlerin tamamı ancak hürriyetçi demokrasi içinde inkişaf eder ve değer kazanır. Toplum da bu sayede maddi ve manevi terakki ve tekâmül eder, asayiş, huzur ve refah yaygın hale gelir, her nevi anarşi ortadan kalkar.
Milletlere Neden Ayrıldık
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat, 49:13.) “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30:22.)
Peygamberimiz (asm) “Kim ırkçılığa çağırırsa bizden değildir. Kim ırkçılık uğruna ölür ve öldürürse bizden değildir” buyurur. Ayrıca “İslamiyet cahiliye ırkçılığını ve asabiyeti kaldırmıştır.” Peygamberimize (asm) “Irkçılık nedir?” diye soruldu. Peygamberimiz (asm) “Kavminin zulümlerine sahip çıkmasıdır” buyurdular.
Bu ayet ve hadisler bize milletin varlığını ve kabul edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Millet vardır. Milletini, devletini sevmek ve korumak vardır. Milletlerin kendilerine has seciyeleri vardır. Bu üstün seciyelerinden en önemlisi İslam’a kale olmaları ve İslamiyet’i korumaları ve milliyetleriyle İslamiyeti güçlendirmeleridir.
Milliyetin üç ana unsuru vardır: “Mefâhir-i Diniye” “Mefâhir-i Milliye” ve “Muhabbet-i Vataniye.” Dini ile övünecek, milletini ve vatanını severek onlara hizmet edecektir. Ayrıca “Şefkat-i cinsiye” gereği insanları sevecek ve insanlığa hizmet edecektir.
Türklerin İslam’a Hizmetleri
Türkler 10. Yüzyıldan itibaren Ehl-i Sünnet itikadı ve ameli üzere İslam’a hizmet etmeye başlamışlardır. Nerede Türk varsa Müslümandır ve Müslüman olmayan Türkler, zamanla Türklüklerini de kaybetmişlerdir. Demek İslamiyet milli değerleri de korumaktadır. Bulgarlar ve Macarlar gibi.
Alparslan “Biz temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebeple Allah halis Türkleri hizmetine aldı ve dünyada muvaffak kıldı” demiştir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadı kan ve fışkı ortasından gelen halis süt gibidir. Türkleri de diğer milletlerden üstün kılan özelliği bu inancı ve ihlaslı amelidir.
Türklerde Allah korkusu, dine bağlılık, hürmet, saygı ve sevgi üst düzeydedir. Mukaddesata olan saygı yüzünden yüce Allah onlara yüce devlet vermiştir. Ne zaman mukaddesata hürmet etmediler o zaman devletlerini elinden almıştır. Osmanlı devletini diğer devletler arasında yücelten Osman Gazi’nin Kur’an’a hürmeti ve din-i mübîn-i İslam’a olan ihlaslı hizmetidir ki 600 çadırlık Kayı Aşiretinden bir cihan devleti çıkarmış ve 600 sene dünyaya âdilâne hükmetmiştir. Türklerin bu hürmetinin bir numunesi “Muhammed” ismine hürmeten çocuklarına ism-i tasğiri ifade eden Muhammedcik anlamına gelen Mehmet ismini vermeleridir.
Bediüzzaman kendisine zulmeden işkence yapanlar için “Türkler necip bir kavimdir. Necip Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler Türk değillerdir” demiştir. Türklerin Mekke, Medine, Hicaz’a ve özellikle Araplara çok hürmet etmişler ve hizmet etmişlerdir. Alimlere, ilim adamlarına, ilme, ilim yuvaları olan Mektep ve Medreselere son derece hürmetkârdırlar. Onun için içlerinden çok değerli, dünya çapında ilim adamları yetiştirmişlerdir. İmam-ı Azam, İmam Maturudî, İmam Gazali, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî, Ahmet Yesevî, Yunus Emre, İbn-i Sina, Farabî bunların başında gelmektedir.
Timur dahi Osmanlı ile savaşırken Yıldırım Beyazıd’ı mağlup etmek için Ahmet Yesevî’nin “Divan-ı Hikmet” isimli eserini okutarak onunla dua etmiş ve askerlerine dua ettirmiştir. Savaşı kazanmış dönünce de Ahmet Yesevî’nin türbesini yaptırmıştır.
Türkler yüksek ahlaka sahiptirler. Yalancılık, yağmacılık, iki yüzlülük, sahtekarlık, hırsızlık, riyakarlık ve sahtekarlık onlarda yoktur. Riya, nifak, kibir, gurur, zina, cinayet, gasp, nifak ve arkadaşlarına ihanet gibi düşük huylar onlarda görülmez. Mertlik, yiğitlik, kahramanlık, cihad ruhu, dine hürmet ve dindarlık onların özelliğidir. Bunun için cihadı süflî arzular olan mal mülk edinmek ve insanlara zulmetmek için değil, “İ’lây-ı Kelimetullah” için, Allah’ın adını yüceltmek, mazlumları himaye edip, zalimlerden korumak için yaparlar ve yapmışlardır. Bu konuda insanlara örnek oldukları için Allah da onları seçmiş ve dinin himayesini onlara vermiştir.
Peygamberimiz (asm) bir rüya görür. Rüyasında arkasından önce bir siyah koyunun geldiğini, sonra bir de beyaz bir koyunun geldiğini görür. Namazdan sonra rüyasını anlatır ve yorumunu da Hz. Ebubekir’e (ra) bırakır. Hz. Ebubekir (ra) da “Ya Resulallah! Sizin arkanızdan dine hizmet için önce Araplar gelecek, sonra başka bir millet gelecek ve dinine hizmet edeceklerdir” der. Peygamberimiz (asm) tebessüm buyururlar.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde önce Araplara hitap eder, sonra bir başka kavme hitap eder. Şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilin ki Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. Bu yolda hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 5:54.)
Yüce Allah’ın bu müjdesine önce Hulefa-i Raşidin, Emevi ve Abbasiler 600 sene hizmet ettiler, sonra Türkler Gazneliler ve Selçuklulardan itibaren sayarsak 1000 sene, Osmanlılardan sayarsak 600 sene Türkler hizmet ettiler. Bu müjdeye mazhar olanların içinde Salahaddin-i Eyyubî ile kürtlerden Eyyubîler, Sultan Baybars ile de Mısır’da çerkes Memlükler de mazhar olmuşlardır.
Yüce Allah’ın “Onlar öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. Bu yolda hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar” (Maide, 5:54.) ayeti ile güzel vasıflara sahip olanların dine hizmet ettiğini ifade etmektedir. Bu vasıfları taşıyan milletler dine hizmet etmişlerdir. Türklerde bu vasıflar kemaliyle bulunmuştur ki Allah onlara yardım etti de hizmetine aldı. Bu vasıflar Sahabe-i Kiramın övüldüğü Fetih Suresinin sonunda da vardır. Bu vasıflar kimde bulunursa Allah onları daima muzaffer eder.
Vânî Mehmet Efendi “Arâisu’l-Kur’ân” isimli eserinde Yüce Allah’ın Maide Suresinde vasıflarını saydığı bu vasıflara sahip olanların Türkler olduğunu belirtir. Ömer Nasuhi Bilmen de “bu vasıfları Türklerin taşıdığını ve dine hizmet ettiğini söyler. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de şöyle buyurur:
“Ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” (Mâide Sûresi, 5:54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız” (Mektubat, s.454.) der. Yine imana ve Kur’âna hizmet etmeye davet eder.
Peygamberimiz (asm) “İstanbul (Konstantiniyye) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emîr ne güzel emirdir. Onu fetheden ordu ne güzel ordudur” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4:335; Buharî, Tarihu’l-Kebir,1:81; Tarihu’s-Sağîr, 1:306; Bezzâr, Müsned, 2:308; Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 2:38; Hâkim, Müstedrek, 4:422; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 4: 219.) buyurmuştur.
Bu müjdeye nail olabilmek için ilk kuşatma Hz. Osman (ra) zamanında Hz. Muaviye (ra) tarafından yapılmıştır. (34/655) ikincisi Muaviye döneminde (49/669) yılında Yezid komutasında gerçekleşmiştir. Yezid'in ordusu içinde sahabeden İbn Abbas, İbn Ömer, İbnu’z-Zubeyr, Ebû Eyyûb el-Ensârî de bulunmaktaydı. Yiyecek kıtlığı ve hastalık sebebiyle geri dönmek zorunda kalınan bu muhasarada Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra) ve 17 sahabinin de içinde bulunduğu çok sayıda askerin vefat etiği bildirilmektedir. Ebû Eyyûb el-Ensârî, isteği üzere düşman arazisinde ilerlenebilen en son yere defnolunmuştur. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan İstanbul muhasaralarına Osmanlılar da devam etmiş ve İstanbul’a yedi sefer düzenlemişlerdir. Bu müjdeye nâil olmak H.857/M.1453’te Sultan II. Mehmed’in yaptığı seferle İstanbul fethedilmiş ve Sultan II. Mehmet “Fatih” unvanını almıştır.
Peygamberimizin (asm) bu müjdesine nail olabilmek için Araplar 5 defa, Türkler 7 defa olmak üzere 12 defa kuşatılmıştır. Fetih Fatih Sultan Mehmed’e nasip olmuştur.
Peygamberimiz (asm) “Türkler ve Habeşler sizi ilişmedikçe siz onlara ilişmeyiniz” (Ebu Davud, Sünen, Melahim, 8.) buyurmuştur. Ayrıca Peygamberimiz (asm) Türk çadırı kurdurmuş ve içinde itikafa çekilmiştir.” (Müslim, 4:264.)
Peygamberimiz (asm) “Hıfzın onda dokuzu Türklerde biri sair insanlardadır.” (Ramuz, 414.) buyurduğu rivayet etmiştir. Bu hadisi açıklayan ve yorumlayan İslam alimleri hıfzın iki anlamı olduğunu söylemişlerdir. Birincisi Kur’ân-ı Kerimin hıfzıdır. İkincisi de “Muhafaza-i Dindir.” Gerçekte hıfz ise Kur’ân-ı Kerimin hem lafzının hem manasının muhafazasıdır. Muhafazakarlık ise gerçekte dini himaye etmektir ki Türkler hem Müslümanları himaye etmişler hem de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadını muhafaza eden ilmi ve ulemayı muhafaza ederek dini korumuşlardır. Namusu ve mukaddesatı korumak da bunlara dahildir.
Türk dili Kur’an’dan pek çok kelimeyi bünyesine almıştır. “Kitap, kâtip, defter, kalem” gibi en az 12.000 kelime doğrudan Kur’an’dan almış ve diline katmıştır. Bu sebeple İbrahim Hakkı Bursevi “Kenz-i Mahfî” isimli eserinde “Cennet lisanı olarak Arapça, Farsça ve Türkçeyi” saymıştır.
Hilafet Hz. Ebubekir’den (ra) başlamış ve nihayet son halife Abdulmecid’e kadar 101 halife hilafet vazifesi yapmışlardır. Yavuz Sultan Selim Mısır’dan “Mukaddes Emanetleri” ile Hilafeti getirmiş, 40 hafız görevlendirmiş ve 24 saate devamlı olarak Mukaddes Emanetler yanında kesintisiz Kur’an okutmuştur. Bu durum 1924-1517=407 sene devam etmiş. Hilafetin ilgası ile Mukaddes Emanetlerde Kur’an okumak da kaldırılmıştır. 1924 senesinde Hilafet kaldırılırken “Hilafet TBMM’nin şahs-ı manevisinde münderiç olduğu için şahsi halifeye gerek kalmamıştır” diye kaldırılmıştır. Ancak Meclis kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yapmamıştır. Bediüzzaman 1922’de Ankara’ya gelip TBMM’de neşrettiği ve okuttuğu “Beyannamede” “Şeairi ihya ederek hilafet vazifesini de ifa ediniz” demesine rağmen bu görev ancak 1950’den sonra DP’nin “Ezanı aslına çevirmesi, Din Eğitimine başlaması” ile bir derece hilafetin gereği olan “Şeairi ihya” vazifesini yapmaya başlamış demektir.
Kur’an-ı Kerimde “Talut ile Calut” kıssasında “Talut’un hükümdarlığının alameti olarak Mukaddes Emanetleri taşıyan sandığın melekler tarafından Talut’a verilmesini” alamet etmiştir. (Bakara, 2:248.) Demek ki hilafeti alameti “mukaddesata hürmet ve Şeâir-i İslamı ihya etmektir.” Bu da gösteriyor ki mukaddesatı olmayan ve mukaddesâta değer vermeyenin devleti olmaz. Geçmişine ve tarihine sahip çıkmayanın geleceği şekillenmez. Kökü olmayan ağacın dalı ve meyvesi olmaz. Mazisi olmayanın âtisi de olmaz.