SİYASET
9.12.2024 23:23

Siayset Alemindeki Büyük Vazife

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Siayset Alemindeki Büyük Vazife

Nur Talebeleri olarak siyasete temas etmeye ve siyasî mevzularda yazılar yazmaya da mecbur ve mükellefiz. Zira, Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, gazeteler bu zamanda "siyasetin lisânı"dır. Nitekim, kendisi de "gazete ve siyaset" ile eş zamanlı olarak ilgilenmiş, yahut terk etmiştir.

M. Latif SALİHOĞLU

Daha evvelki yazılarımızda iktibasen yer alan bazı ifadeler, muhlis ve müteyakkız okuyucularımızın ziyadesiyle dikkatini çekmiş. Bunlardan bir tanesi, Üstad Bediüzzaman'ın 1950'de işbaşına gelen Demokratların ve hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için 35 senedir terk etmiş olduğu siyasete yeniden bakmaya başlamasıdır. (Emirdağ Lahikası, 387.)

Bir diğer nokta ise, Üstad Bediüzzaman'ın Emirdağlı Hamza Emek ve Mehmet Çalışkan'a hitaben "Benim ve Risâle–i Nur'un bedeline, gidin Demokrat Partiye kaydolun" demesidir. (Son Şahitler–II, s. 422'de yer alan bu hatıranın hakikatli bir vechesi Emirdağ Lâhikası, s. 422'de mevcut.)

İşte, aşağıda okuyacağınız satırların ve iktibasların tamamı, bu iki mühim noktanın açılımı, izahı, teyidi ve te'kidi mânâ ve mahiyetinde olacaktır. (NOT: Kaynakların sayfa numaraları, daha ziyade 1990'lı yıllarda yapılan baskılara ait.)

1. Eski Said siyasetle alâkadardır

Birinci Said (Eski Said) gibi Üçüncü Said'in de siyasetle lüzûmu derecesinde alâkadar olduğunu, başta Tarihçe–i Hayat olmak üzere Eski Said'e ait içtimaî dersleri ihtiva eden eserler ile hususan Emirdağ Lâhikası isimli eserdeki mektuplardan açıkça anlıyoruz.

Yine aynı kaynaklardan anlıyoruz ki, 1910'lu yıllarda siyasetten yüz çeviren ve "Euzubillâhimineşşeytani ve's–siyaseti" diyen Üstad Bediüzzaman, aradan 35 sene geçtikten sonra, yani 1950'den sonra siyasetle yeniden alâkadar olmaya başlamış ve hatta siyasete "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu" diyerek, bazı talebelerini siyasete aktif şekilde girmeye teşvik etmiştir. (Emirdağ Lâhikası, s. 423)

Bu talebelerden on dört kişinin isim ve imzası aynı eserin aynı sayfasında "Demokrat Nur Talebeleri" şeklinde takdim ediliyor.

"Hutbe–i Şâmiye" isimli eserin 52. sayfasında ise, Hazret–i Bediüzzaman, siyasetle alâkalı birkaç meselenin birden cevabını verip izâhını yapıyor. Özetle:

1) Eski Said, siyasetle, içtimaiyat–ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır.

2) Fakat sakın zannedilmesin ki, Said, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, Said de bütün kuvvetiyle siyaseti dine ve İslâmiyetin hakikatine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.

3) Yine, anlaşıldı ki: O gizli münafık zındıklar, Garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, muhakemesi zayıf bir kısım dindar ehl–i siyaset de, dini siyasete âlet etmeye çalıştı. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr–i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik (fâsık ilân) etti. İşte bunun içindir ki, Eski Said "Euzubillâhimineşşeytani ve's–siyaseti /Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım" dedi ve otuz beş sene müddetle siyaseti terk etti.

(NOT: Bu üç noktadan bakılarak, Üstad Bediüzzaman'ın 1910'larda siyaseti niçin terk ettiği ve hangi siyasî anlayıştan kaçarak Allah'a sığındığı hususu daha iyi anlaşılabilir.)

2. Bediüzzaman 1948-1949 Yılı Afyon Hapsinden Sonra Büyük Bir Vazifenin Yapılmasını İster

Bediüzzaman Hazretleri, 1948–49 yıllarında Afyon Hapishanesinde mevkufen bulunduğu esnada, "Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine" hitaben, siyasetteki pek mühim mânevî vazifesini hatırlatan şu beyanda bulunuyor: "Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam–ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife–i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim. Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi." (Tarihçe–i Hayat, s. 490)

Bediüzzaman: "Büyük bir vazifem var; bakamadım, yapamadım. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu” buyuruyor. Burada kast edilen "büyük vazife"nin, siyasetteki vazife olduğu ve artık şimdi (1949–50) bu vazifeye bakmaya lüzûm, hatta mecburiyet hasıl olduğu, aşağıdaki ifadelere bakınca daha iyi anlaşılır: "...Biz Kur'ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana (komünist ve ifsat komitelerine) karşı daima Kur'ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu. Gördük ki, Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler." (Emirdağ Lâhikası, s. 423)

"Beş–on günde iki–üç defa siyaset dünyasına baktım, acip bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi, istibdad–ı mutlak ve rüşvet–i mutlaka ile hareket eden bir cereyan–ı zındıka, masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan (Demokratlar) bu vatanda tezahüre başladığını gördüm." (Emirdağ Lâhikası, s. 263) "Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız." (Emirdağ Lâhikası, s. 264)

"Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da 'Bırakınız' diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, ...hüriyet başında bizimle, yani İttihad–ı Muhammedi (asm) Cemiyeti ile İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen bizimle, yani İttihad–ı Muhammedi ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeâir–i İslâmiyenin başında olan ezan–ı Muhammediyeyi farmasonların zincirini kırıp ilân etmesiyle; siyasetten kat–ı alâka eden, eskide 'İttihad–ı Muhammedî' şimdi 'Nurcular' nâmını alan ve İttihad–ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale–i Nur benim bedelime konuşuyor dedim" (Beyanat ve Tenvirler–s. 12/1970 baskısı) buyurarak siyasi sahadaki vazifenin önemine dikkat çekmiştir.

3. Nur Talebeleri bu önemli vazifeyi yapmaları gerekir

Nur Talebeleri olarak siyasete temas etmeye ve siyasî mevzularda yazılar yazmaya da mecbur ve mükellefiz. Zira, Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, gazeteler bu zamanda "siyasetin lisânı"dır. Nitekim, kendisi de "gazete ve siyaset" ile eş zamanlı olarak ilgilenmiş, yahut terk etmiştir. 1935'te Isparta Cumhuriyet Savcılığına yazdığı bir mektupta, 13 senedir (demokrasi dışı tek parti dönemini kast ediyor) gazete ile birlikte siyaseti dinlemediğini, işitmediğini ve istemediğini ifade ediyor. (Bkz: Barla Lâhikası, s. 198) Ama aynı Üstad, 1949 yılından itibaren, hem siyasetle yakından ilgilenmeye, hem de gazeteleri yeniden yakın takibe almaya başlamıştır. (Bkz: Tarihçe–i Hayat'ın "Üçünçü Said Devresi" ile Emirdağ Lâhikası–II'de yer alan yirmiye yakın mektup.)

Demek ki, eğer siyasetle ilgilenilecekse, mutlaka gazete lâzım ve eğer gazete çıkarılacaksa, illâ ki siyasetten söz etmek gerekiyor. Demokrasilerde, biri diğeri olmadan olmaz. Kim ki olur diyorsa, mevcut gazetelerden bir örnek göstermesi lâzım.

Bütün bunların dışında, ayrıca şuna da kat'iyyetle inanıyorum ki: Fahr–i Kâinat'ın (asm) bırakmış olduğu iki büyük emanet olan "Kitabullah ile Âl–i Beyt" emanetinin bu zamanda hakkıyla namzet ve mâkesi olan Hazret–i Bediüzzaman'ın siyasette de "mükellef" olduğu bir "vazife–i hakikiye"si vardır. (Mehdinin bir vazifesi de “Siyaset âleminde” olacak ve Siyaseti ıslah edecektir. M. Ali KAYA)

İşte size, siyasetle de yakından alâkadar olan/olması gereken "Üçüncü Said"in bu vazife–i hakikiyesine dair yazdığı mektubun can alıcı cümlesi: "...Vatan ve millet ve din nâmına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi—dünyaya bakmadığım için—yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde (1948–49) kanaatim geldi." (Tarihçe–i Hayat, s. 490)

Üstad Bediüzzaman'ın o tarihte bu kanaate sahip olmasının ve "Üçüncü Said" olarak siyasetle yeniden alâkadar olmasının en büyük bir sebebi, âdeta bağıra bağıra "Ben dindarım! Biz dindarız!" diyen şahısların kurduğu Millet Partisinin siyaset sahnesine çıkması ve aynı dönemde Meclis'te grup kurmasıdır.

Evet, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle 1948'de—üstelik Ankara'da Üstad Bediüzzaman için bir ev yaptıran Osman Nuri Köni'nin evinde—kurulan Millet Partisinin fahrî başkanlığına "dindar Kemalist" Fevzi Çakmak, resmî başkanlığına ise "milliyetçi Kemalist" Hikmet Bayur getirildi. (Onlara göre, Said Nursî ve talebeleri de "çantada keklik"ti. Ayrıca, bir ev/medrese de yaptırmışlar ya... Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 288)

Eski Genel Kurmay Başkanı (1922–44) Fevzi Paşa, 22 yıl seyirci ve yer yer müdahil olduğu eşedd–i zulüm ve istibdat rejiminin üçüncü derecedeki günahkârı iken, Hikmet Bayur ise, 1934'teki Millî Eğitim Bakanlığı döneminde başlayan ve halen de bütün okullarda devam eden "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" dersinin kurucusudur.

Bu iki Kemalist şahsın liderliğindeki partiye, ayrıca parlamentoda 61 üyesi bulunan Demokrat Partiden de 28 milletvekili transfer edilerek Meclis'te grup kuruldu. Üstelik, transfer edilenlerin ekserisi, kamuoyunda "milliyetçi–muhafazakâr" diye bilinen kimselerdi. Bu da yetmezmiş gibi, o devirde "dindar medya" olarak bilinen bütün gazete ve dergiler, hemen bütün edip, yazar ve şairler de koro halinde Millet Partisini desteklemeye koyuldu: Eşref Edib'ten Necip Fazıl'a,  Osman Yüksel'den Abdurrahim Zapsu'ya, Osman Bölükbaşı'dan Cevat Rıfat'a, Osman Nuri Beyden "İhtiyar Hoca"nın (Abdulhakim Arvasi) bilumum talebe ve müritlerine kadar, o devirde "şahs–ı mânevî"den ziyade tarîkate meyyal olanların kâffesi Millet Partisinin barajına su taşımaya yöneldi. (Dikkat: Bugün de aynı barajdan beslenen, enerji alan siyaset trafoları var.)

Böylelikle, 1946 seçimlerinden beri Halkçıların zulmü altında ölüm kalım mücadelesi veren DP'yi hem bölmüş oldular, hem de içini boşalttılar. Parti üst düzey kadrosu içinde ilâç için olsun "dindar" diye bilinen hemen hiç kimse kalmadı. Öyle ki, ekonomide liberal görüşü savunan eski İttihatçı Bayar'ın liderliğindeki DP yönetiminin 4. sırasında yer alan Adnan Menderes'i dahi o güne kadar camilerde gören olmamış.

İşte, böylesi bir siyaset tablosu ile, Türkiye 1950 seçimlerine hazırlanıyordu ki, Üstad Bediüzzaman "Üçüncü Said" nâmı ile meydân–ı zuhûra çıktı. Daha hapiste iken duymuş ve çıkınca (1949 ortaları) da gördü ki, çoğu dostları ile İttihad–ı İslâmdan bazı kardeşleri “daha dindar” görünümlü olan Milletçilere meyletmiş. İşte, bilhassa bu dost ve kardeşlerin “yanlış basmaları” ve siyasette yanlış bir adrese yönelmeleri, 35 senedir siyaseti terk eden Üstad Hazretlerine siyasî muhtevalı lâhika mektuplarını yeniden yazmaya ve bu meyandaki ölçü ve prensipleri hatırlatmaya sevk etmiştir. (Bkz: Beyanat ve Tenvirler, s. 307)

Zira, Üstad Bediüzzaman'a göre, böyle bağıra bağıra, yahut göstere göstere "dindarlık görünümüyle" siyaset meydanına çıkılması, âyet ve rivâyetlerin ders vermiş olduğu kudsî düstûrlara, prensiplere uymuyor. Bilhassa, "sırren tenevveret" düstûruna aykırı düşüyor. Dolayısıyla, "helâket ve felâket asrı" olan şu âhirzamanda, doğrudan ve alenî şekilde din nâmına, dindarlık adına, hatta dindarlık görüntüsüyle, mücadele meydanına çıkılması uygun görülmüyor, tavsiye edilmiyor: "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak, manevî kılınç hükmünde i’câz–ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir." (Hadis meali; Tarihçe–i Hayat, s. 131)

İ’câz–ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele, üç Said devresinde kesintisiz şekilde devam ettiği gibi, kıyamete kadar da devam edecek. Kuvvetin kardeşi olan siyasetle mukabele ise, doğrudan yapılmayacak ve yapılmamalı. Bu sahadaki mücadele, yine "sırren tenevveret" düstûruna muvafık olarak, bir derece perdeli ve hatta "benzeyen"i ile yapılmalı... Evet, rakip, muarız veya muhalif cenahı parçalayıp çökerten en sağlıklı yöntem ve en kuvveti silâh, "benzeyeni ile vurmak"tır.

Nitekim, Üstad Bediüzzaman da bu metodu kullanmış ve meselâ ikinci Reisicumhura yazdığı mektupta, onu "Ölmüş gitmiş, dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş" dediği en dehşetli adamın aleyhine sevk etmiştir. (Dehşet uyandıran bir noktaya dikkat: Başbakan Erdoğan, bugünlerde bu düstûrun tam zıddına gidiyor. Birincisine sahip çıkıp temize çıkararak, habire ikincisine vuruyor. Ehvenişeri ihtiyar etmek yerine, âzamüşerin kucağına düşüyor.)

Öte yandan, Celal Bayar'a tebrik telgrafı ile destek mesajı gönderen Üstad Bediüzzaman, çok daha fenâ olan İsmet'e karşı ona "nokta–i istinat" olmuştur. Aynı şekilde, "liberal Kemalist" olan Bayar'a karşı da "İslâm kahramanı" dediği Adnan Menderes'e bütün kuvvetiyle sahip çıkmış ve talebeleriyle birlikte ona duâ edip destek vermiştir. (Zındıkaya karşı zaten inisiyatifsiz olan Fevzi Paşa, 10 Nisan 1950'de öldüğü için, siyasî denklemden de çıkmış oldu.)

Elhasıl: Şu "sırren tenevveret" hakikatini hayat ve hizmetinin hemen her sahasında rehber edinen Üstad Bediüzzaman, mükellef olduğu "siyaset mesleği"nde de aynı düstûra riayet etmiştir... Meselâ, Nur Risâlelerini sürgün hayatının başlangıcı olan Barla'da alenî ve bağıra çağıra değil, gizli bir sûrette telif ve neşretmiştir. Bu durum gösteriyor ki, siyaset mesleğinde de aynı "perdeli düstûr"la hareket edecek; dolayısıyla, bağıra bağıra, göstere göstere bir dindarlık görüntüsüyle siyaset kulvarına girene değil, öyle görünmeyene istinat noktası olmaya çalışacak ve asıl muarızlarını onlarla vuracak demektir.

4. Dindar Demokratlık

"Dindar demokrat"lık ise, zahirde görünen ve istismara, hatta tahrike açık olan değil, gösterişten ve riyâkârlıktan uzak bir dindarlıktır ki, bundan zarar gelmez. O dindar Demokratlardır ki, 18 yıl müddetle yasaklanan Ezân-i Muhammedî meselesini adam gibi ele alır, maharetle Meclis’e getirir, muhalefet dahi bütün Meclis’i ikna eder ve kavgaya, tartışmaya, zıtlaşmaya, mahkemeden döndürmeceye, hatta istimrar edilmeye bile mahal bırakmadan bu meseleyi halledip yoluna devam eder.

Ele aldığı her meseleyi yüzüne gözüne bulaştıran, umuma ait meseleleri kavga-gürültüye kurban eden, en hassas konuları bile getirip sonunda çamura batıran; seçim zamanı gelince de her türlü dinî argümanı istismar etmekten çekinmeyen kimselerin “Dindar Demokratlıkla” nasıl bir alâkası olabilir ki… Elbette hiçbir alakası yoktur. Olsa olsa “Demokrasiyi de dini de araç olarak görür” ve kendi menfaatperest siyasetine alet eder.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol