M. Ali KAYA
ASRIMIZ VE GENÇLİĞİMİZ
Güncelleme tarihi: 8 Mar 2022
M. ALİ KAYA

Asrımız “Cahiliye” dönemi gibi… Neden? Cehalet bilmemek değil; yanlış bilmektir. Cehaletin okuma yazma oranı ile alakası çok azdır. Asıl cehalet bilgiyi yanlış yorumlamak, doğruları çarpıtmak ve yanlış sonuçlar çıkarmaktır. Sınavda sorulara doğru cevap vermezseniz, verdiğiniz cevaplar nasıl sizin bilmediğinizi ortaya çıkarıyorsa, bir şeyi yanlış bilmek de cehalettir. Doğru bilgiyi yanlış yorumlamak ve yanlış sonuç almak da cehalettir.
Doktor hastalığı doğru teşhis etmezse, verdiği ilaçlarla hastalığı tedavi etmek yerine daha da artırır ve özellikle hastanın ölümüne sebep olursa bilgisi neye yarar? O doktora cahil denmez mi? Aynı şekilde hâkim yanlış karar verir masuma ceza, zalime berat verirse hukuk bilgisinin ne önemi kalır? O hâkim cahil bir hâkim olmaz mı?
Aynı şekilde bir profesör de bir din adamı da bilgisini yanlış yerde kullanır ve ilmine güvenenleri yanlışa yönlendirirse cahil konumuna düşer. Öyle değil mi? İşte cehalet budur.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Bu asırda cehalet bilmemekten değil, ilimden ve felsefeden gelmektedir” buyurur. Zira ilmin amacı hak ve hakikati ortaya çıkarmak iken haksızlıkta kullanılırsa, her şey Allah’ın varlık ve birliğine, ahirete delalet ederken inkara ve isyana sebep olursa buna cehalet denmez mi?
Günümüzde ilim ve teknik insanlığa hizmet etmek yerine insanlığı mahvetmek, insanlığı öldürmek, zulme ve sefahate sevk etmek için kullanılmaktadır. Bu da insanların nefislerini şımartmakta, ahlak ve fazilet duygularını ortadan kaldırmakta, doğruluk, adalet, vefa, yardımseverlik duyguların yerini, yalancılık, aldatma, zulüm ve haksızlık, vefasızlık, iyiliğe kötülükle mukabele alırsa bu ilmin yanlış yerde kullanılması değil midir?
Peki bütün bunlar neden kaynaklanmaktadır? Allah’a imanın zaafından, ahirete imanın eksikliğinden, hesap verme ve sorumluluk duygusu ve inancının yokluğundan değil mi? Bu sebeple asrımızın maneviyat doktoru Bediüzzaman Said Nursi “Zaman imanı kurtarmak zamanıdır” demiştir ve “Bütün mesaimi iman üzerine teksif ettim” buyurur. “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” demektedir.
İnsanlığın imanı için, din için, iman için çalışan Bediüzzaman’a ve İman davasına gönül verenlere yapılan zulümler bize Peygamberimizin (asm) “Ahir zamanda İslam’ı yaşamak elinde ateşten kor tutmak gibi olacaktır” (Tirmizi, Fiten, 73.) hadisini hatırlatmaktadır. Böyle bir zamanda Peygamberimizin (asm) “İman davasına” sahip çıkmak ve bu iman hakikatlerini anlatmak, gençliği sefahetten, kötülükten, zulümden, küfürden ve isyandan, imana, doğruluğa, adalete, itaate davet etmek ve bunun için her türlü sıkıntıya katlanmak ve bu sünneti ihya etmek “Yüz şehidin sevabını kazanır.” (Kenzu’l-Ummal, 1:100.) Yoksa şeklî olan sarık, sakal, yüzük gibi sünnetleri işlemekle yüz şehit sevabı elbette kazanılmaz.
Peygamberimizin (asm) sünneti ve sahabelerin mesleği “İmana Hizmet” iman hakikatlerini izah ve ispat ederek gençlerin imanlarını kurtarmaya çalışmak, Allah’a itaate, ahlak ve fazilete hizmet etmektir. Bu da ancak imana hizmetle olur. Bu sebeple Peygamberimiz (asm) “Birisinin imanına vasıta ve sebep olmak sahralar dolusu kırmızı koyunlara sahip olmaktan daha hayırlıdır” (Buhari, Cihad, 102.) buyurmuşlar, sahabeler de bu gayret içinde olmuşlardır.
Bu zamanda silahla savaşın Allah için “Fi Sebilillah” yapılmadığını ve savaş hukukuna uygun olmadığı için meşru olmadığını ifade eden Bediüzzaman “Bu zamanda cihad manevi tahribata karşı iman hakikatleri ile mukabele etmektir. Bu zamanın cihadı manevi cihaddır” buyurur. Zira eskiden savaş savaşan askerlerle yapılırdı, günümüzde ise bombalar ve ateşli silahlarla masumlar, çocuklar ve kadınlar görmekte, onlar zulme maruz kalmaktadır. Bu ise meşru değildir. Hem “Din ve Vicdan Hürriyeti” kabul edildiği için dinle savaşılmamaktadır. Dinle savaş fikirle, ilimle ve felsefe ile yapılmaktadır. Dinsizlerle cihad da manevi olarak ilimle, fikirle ve iman hakikatleri ile akıllara ve kalplere hitap etmekle yapılabilir. İşte manevi cihad budur. Bunun da vasıtası ve manevi silahları “Risale-i Nurların izah ve ispat ettiği iman hakikatlerini okumak, anlamak ve her nevi neşir vasıtaları ile yaymak ve neşretmek” şeklinde olmalıdır. Bediüzzaman bu yolu açmıştır.
Bu zamanda cihad manevi olduğu gibi Kur’ân-ı Kerimde cihad ile ilgili ayetlerin tamamı manevi cihadı emretmektedir. Kur’an-ı Kerimde savaşın karşılığı “kıtal” kelimesidir. Bu sebeple Bediüzzaman “Bu zamanda cihad farz-ı ayn olmuştur” buyurur. Zira Kur’an ve iman hakikatlerini öğrenmek ve başkalarına ulaştırmak her müminin vazifesidir. Savaşa giden askerlere has değildir. Savaş “Farz-ı Kifaye” iken cihad “Farz-ı Ayn” olmuştur.
Peygamberimiz (asm) “Allah için malınızla, canınızla ve dilinizle cihad edin” (Ebu Davud, Cihad, 18.) ferman eder. Malla cihad Allah yolunda malını harcamaktır, canla cihad hayatını iman ve Kur’an hizmetine adamaktır, dille cihad ise iman ve Kur’an hakikatlerini öğrenmek ve anlatmaktır. Bunların hepsi manevi cihadı emretmektedir. Peygamberimiz (asm) bu manada “Allah yolunda cihad etmeden ve cihadı arzu etmeden ölen nifak üzere ölmüş olur” (Müslim, İmare, 158; Nesai, Cihad, 2.) buyurarak manevi cihadı kast etmiştir. Yoksa herkesin savaş istemesi gibi bir durum ortaya çıkar ki “Silmi” (Bakara, 2:208.) yani barışı emreden bir dinin mensuplarının düşmanın tecavüzü olmadan savaş istemesi anlamına gelir ki bu doğru olmaz.
Gençlerimizi birer mücahit ve kahraman olmalıdır. Bu cihada önce nefsinden başlamalı. Zira “İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir.” (Keşfu’l-Hafa, 1:412.) Nefsini yenen herkesi yenebilir. Nefsini yenmeyen kimseyi yenemez. Bediüzzaman “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez” (Sözler, 279.) buyurur. Evet, “Bütün kötülükler nefisten gelir” (Nisa, 4:79.) Bu sebeple Hz. Yusuf (as) gibi iffet sahibi peygamber “Ben nefsimi temize çıkarmam. Nefis daima kötülüğü emreder ve ister, Rabbim rahmet etmezse kurtulamayız.” (Yusuf, 12:53.) demiştir.
Şairler ne demişler:
“Aklı olan korkmak gerek
Nefs elinden, hırs elinden…” (Yunus)
Nefstir seni yoldan koyan
Yolda kalır nefse uyan…
Nefis kural ve kanunlara uymak istemez, hür ve bağımsız olmak ister. Yani, hiçbir kayıt altına girmek istemez. Gerçek hürriyet ise kural tanımayan nefse uymak değil, aklın ve dinin gereği olan yasalara, emir ve yasaklara uymak, başkalarının hukukuna saygı göstermektir.
Nefiste körlük vardır, sonucu görmez, hazır lezzet peşinde koşar, sonunu düşünmez. Nefiste hırs vardır, kör hissiyatla hareket eder. Şan ve şöhrete müptelâdır. Nefis kendisini beğenir ve daima başkalarına beğendirmeye çalışır.
Nefis bencildir, peşin ücrete koşar, külfetten ve zahmetten kaçar. Tembellik döşeğinde şeytanın telkinlerine kulak verir. Nefis övgüye bayılır, tenkidi asla üzerine almaz, avukat gibi kendisini müdafaa eder. Bu sebeple yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Nefsin hevasına uyan ve günahlara dalan helak olur, nefsini kötülüklerden arındıran da kurtuluşa erer” (Şems, 91:9-10.) buyurur.
Nefsi öldürmek değil, çalıştırmak gerekir. Nefis ata benzer, yemlersiniz, gemlersiniz ve amacınıza götürsün diye ona binersiniz ve maksadınıza gidersiniz. Nefsi çalıştırmak ise ibadet ve cihaddır.
Herkes mensup olduğu efendisine hizmet etmekle şeref duyar. Kendisinden üstün olana hizmet etmekle mutlu olur. İnsan nefsi de Allah’ın askeri ve memuru olmalıdır. Bu da iman ve itaat ile olur. Devlete intisap eden memur ve asker nasıl aziz olursa, Allah’a abd ve asker olan da böyle aziz olur, yücelir ve yükselir. Allah’a asker ve memur olmak ise “İman ederek farzları yapıp haramlardan sakınmakla” mümkündür. Zira “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. ‘Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin’ demeli ve Ona yalvarmalı.” (Sözler, Altıncı Söz, s.56.) “Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” (Kastamonu Lahikası, s.196.)
Allah’a iman eden, imanını ilimle ve tefekkür-ü iman ile, yani iman hakikatleri ile artıran, farzları yapıp haramlardan sakınan nefsini terbiye etmiş, şeytanı yenmiş, cihadın en büyüğünü yapmış, din düşmanlarını kahr-u perişan etmiş olur. Münafıkları mağlup etmiş, hasetçi mü’minleri de yenmiş olur. Artık nefsi bundan sonra kendisini kınamaya ve kusurlarını görmeye başlar. Nasihat dinler. O zaman “Nefs-i Levvame” meretbesine yükselir. Günahlarından rahatsız olur. Allah’a tevbe eder.
Kişi Allah’a itaati arttıkça Allah’a yakınlığı artar ve nefsi bundan sonra ona hayırlı işleri ve Allah’ın rızasını kazandıracak amelleri yapmaya teşvik etmeye başlar. Bu durumda nefis “Nefs-i Mülhime” yani, iyi şeyleri ilham etmeye başlar. Kötü huylardan, kalbini hasetten, fesattan, kibir ve gururdan temizlenirse “Nefs-i Zekiyye” makamına yükselir. Temiz bir nefse sahip olur. Peygamberimizin (asm) sünnetini esas alır ve sünnete göre amel etmeye başlarsa bu durumda “Nefs-i Mutmainne” makamına terakki etmiş olur. Artık Allah’tan gelene razı olur ve Allah’ın rızasını kazanırsa bu durumda nefis “Raziye ve Marziyye” makamına ulaşır. O Allah’tan razı olur, Allah da ondan razı olur.
İşte gerçek kahraman genç böyle olur. Peygamberimiz (asm) “Gerçek mümin nefsi ile cihat edendir.” (Fethurrabbanî, 4:10.) “En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:487.) buyurmuşlardır.