top of page
  • Yazarın fotoğrafıM. Ali KAYA

DİNİ SİYASETE ALET PROBLEMİ

M. ALİ KAYA

Osmanlı devleti 23 Aralık 1876 tarihinden itibaren I. Meşrutiyetin ilanı ile anayasal demokratik parlamenter sisteme geçti. Kanun-i Esasi uyarınca iki kanatlı bir parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise “Meclis-i Mebûsan” denildi. Üyeleri atama yoluyla belirlenen meclise de “Âyan Meclisi” deniyordu. İki meclisin oluşturduğu parlamento Meclis-i Umumi olarak adlandırılmıştı. Âyan Meclisi'nin başkan ve üyeleri doğrudan padişah tarafından atanıyordu. Anayasaya göre Genel Meclis padişahın buyruğuyla Kasım’da açılıyor, Mart başında çalışmalarını tamamlıyordu.


Osmanlı’dan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti de Meclis-i Mebusan’ın devamı niteliğinde idi. Özellikle 1920’de açılan TBMM’nin üyelerinin büyük çoğunluğu Osmanlı Meclis-i Mebusan’ından gelen mebuslardan müteşekkildi ve bu meclis “Kurtuluş Savaşını” kazanmış, Anadolu’dan düşmanı kovmuş ve 30 Ağustos 1922’de “Büyük Zafer” elde etmişti. Her iki meclisin de bir açmazı vardı. O da bin yıldır İslam’ın bayraktarlığını yapmış olan Türk milletinin din adına yapılmayan hareketlere gösterdiği reaksiyondu. Çünkü Türk milleti Karahanlılardan itibaren hep dini referans alarak kurulmuş ve “Din-i Mübin-i İslamı” ihya ve “İ’lây-ı Kelimetullahı” hedef-i maksat edinmişti. İstanbul’u Peygamberin (asm) emri ve müjdesi olduğu için fethetmiş, dini ve hilafeti korumak için TBMM’yi kurmuş ve Kurtuluş Savaşını yapmıştı.


Bu tarihi geçmişi ve dine olan bağlılığı sebebiyle 23 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet ve Hürriyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki’nin bozuk kısmının ve 1923’ten sonra CHP’nin jakoben dini dışlayan politikasına karşı dindarların dini hissiyatı siyasete alet etmesi kaçınılmazdı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra 1913 Bab-ı Âli baskınından sonra iktidarı tamamen ele almaları ve şiddetli istibdada yönelmesi ve dine lakayt davranmalarına mukabil Avrupa tarzında bir demokrasiyi isteyen Ahrarlar ile şeriatı esas alan İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ortaya çıktı. Ancak safderun olan ve Bediüzzaman gibi gerçek ilim sahiplerinin ikazlarına ve yol göstermelerine aldırmayan mutaassıp medrese ve tekke mensupları dış mihrakların da oyununa gelerek Rumi 31 Mart 1909 (Miladi 13 Nisan 1909) kalkışması ile Hürriyetçi Demokrasi denemesini boğmuş oldu.


Hürriyet ve Meşrutiyete din adına sahip çıkan, dinin hiçbir baskıcı istibdat yönetimine izin vermediğini gazeteler ve vaazlarla anlatan ve izah eden Bediüzzaman “İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin” siyasete girmemesi ve bulaşmaması için çalıştı. “Din umumum malıdır, siyasete ve tarafgirliğe alet edilemeyeceğini” izah etti. Bu şekilde “İttihad-ı Muhammediyi tarif etti. “Müntesibini bütün müminlerdir” dedi. “Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin” (Hutbe-i Şamiye, s. 62.) buyurdu ve izah etti; ama ne var ki tam müessir olamadı.


İtikat ile muamelatı, din ile siyaseti birbirine karıştıran bir kısım ulema Bediüzzaman’a sordular:

“- Dinsizliği görmüyor musun meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lazım…”

Bediüzzaman cevap verdi:

“- Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.


Dediler: “- Nasıl anlarız?”

Dedi: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir. Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini dâvet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir.


Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır” (Sünûhat, s. 65-68.) şeklinde cevap verdi.


Bediüzzaman Sultan Abdulhamid’in “Halife” unvanı ile otuz sene din adına yaptığı baskının ve zayıf istibdadının dine ne kadar zarar verdiğini söyleyen Bediüzzaman dine hizmetin siyaset yoluyla değil, eğitimle, vaz-u nasihatle ve fert bazında dinin ahlakının yaşanması ile olacağını ifade etti. Dini baskı unsuru olarak kullanmanın dini siyasete alet etmek ve dahilde menfi tarzda kullanmak ve insanları dinden uzaklaştırmayı netice vereceğini ifade etti. Ama ne var ki bunu anlamadılar.


1950’den sonra demokrasiye geçilerek muhalefet partilerine izin verildiği ve çok partili siyasi hayata geçildiği zaman din adına pek çok fırkaların ortaya çıkacağını bilen Bediüzzaman Risale-i Nur talebelerinin bu partilere yönelmemesi ve siyasete girmemesi konusunda ikazlarda bulundu. Din adına siyasete girmenin şartını da şöyle ifade etti:


“İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır” (Emirdağ Lâhikası, s. 386.) dedi. İttihad-ı İslam namında bir parti hiçbir zaman kurulmadı. Böyle bir parti yoktu; ancak Bediüzzaman din adına çıkacak herhangi bir partinin ancak bu şartlarda siyaset yapabileceğini ifade etmiş oldu. “İman, mal-ı umumidir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır” dedi. Bu sebeple “Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler.” (Emirdağ Lâhikası, s. 157.)


Din adına parti kurulmadı ama, bir kısım dindarların demokrasi adına kurdukları partilerini güçlendirmek için dini değerleri kullandılar ve dini siyasetlerine alet yaptılar. Dini siyasete alet eden diğer partilere Bediüzzaman milletin milli ve manevi değerlerini istismar edecekleri ve ettikleri için “Millet Partisi” adını vermiştir.


Din düşmanları daima dini siyasete alet edenlerin saflıklarından ve taassuplarından daima faydalanmasını bilmişler ve kendi siyasetlerine alet etmişlerdir. 31 Mart 1909 olayından istifade edenler dış güçler olduğu gibi, 1950 sonrası kurulan ve dini referans alan partilerin durumu da bunu açıkça göstermiştir.


Osmanlı devletinde partileşme hareketi 1908 II. Meşrutiyetin ilanından sonradır. İlk defa parti olarak kendisini ortaya koyan da “Osmanlı Ahrar Fırkası” olmuştur. Osmanlı Ahrar Fırkası 14 Eylül 1908 tarihinde kurulmuş, hürriyeti tam olarak anlamayan ve istismar ederek yeni ve daha şiddetli bir istibdadın aleti yapan İttihat ve Terakki tarafından yapılan baskılarla 31 Mart 1909 hadisesinden sonra 30 Ocak 1910 tarihinde siyasetten çekilmiştir.


İttihat ve Terakki Cemiyeti ise başlangıçta devletin anayasal düzene tekrar kavuşmasını ve Meclis-i Mebûsan'ın tekrar açılmasını amaçlayan gizli bir dernek olarak kurulmuş, anayasanın kabul edilip İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra iktidarı denetleyen bir siyasî parti (İttihat ve Terakki Fırkası) halini almış; 1913 yılında Bâb-ı Âli Baskınından sonra ise yönetimde hâkim olmuştur. Üyeleri İttihatçılar olarak anılır. Cemiyetin 1918 yılında kendini feshetmesinden sonra üyelerinin önemli bir kısmı Millî Mücadele'de yer almıştır. Daha sonra 1923’te Cumhuriyet Halk Fırkasını teşkil etmiş devrimleri yaparak 27 sene “Tek Parti” istibdadı ile ülkeyi yönetmişlerdir. Bu dönemde “Laiklik” adına dini devletten ve kamudan ayıran ve okullarda din eğitimine izin vermeyen bir politika izlemişlerdir. Laikliği dini baskı altına alma ve ibadetleri kısıtlama, dini kıyafetleri yasaklama ve hatta ibadet dilini Türkçe yapmak gibi icraatları yapmaktan da geri durmamışlardır.

19 görüntüleme0 yorum

Son Paylaşımlar

Hepsini Gör
bottom of page