M. Ali KAYA
FELSEFE NEDİR?
M. ALİ KAYA

El-Kindî (801-873) “Felsefe, insanın gücü nispetinde elde ettiği hakikat bilgisidir” demiştir. Nazarî bilgi dediğimiz aklın araştırma yoluyla elde ettiği bilgiden maksat hakikati elde etmektir. Amelî bilginin amacı da hakikate uygun yaşamaktır” (Mustafa Armağan, İslam’da Bilgi ve Felsefe, 1999-İstanbul, s.27.) der. Farabi (870-950) de aynı tarifi kabul etmiş, ilave olarak da “Hikmet, eşyanın kavramlaştırılması ile insanın tekâmülü ve insanın kapasitesini artıran teorik ve pratik hakikatlerin incelenmesi ve yargılanmasıdır” (Age, 27.) demiştir.
Felsefeyi “varoluşu sıfatıyla var olanın bilgisi” olarak tarif eden Farabi felsefeyi insan aklının en üstün çalışma şekli olarak görür. (Age, 79. W. Montgomery Watt’ın makalesinden. Bu zat Edinburg Üniversitesi İslâmî Araştırmalar Kürsüsü Başkanıdır.) Farabî’nin felsefesi Kur’ân-ı Kerimdeki ilâhi inanç ve nübüvvet hakikatine dayanır. Ancak bunları Eflatun ve Aristo’nun felsefesine göre yorumlamıştır. Her şey ilk evvel olan Allah’ın eser-i sanatıdır.
Müslüman filozoflar felsefeyi beş duyu, deney ve akıl yanında sezgiyi de bilginin kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Vahyi ise mütevatir haberin en sağlam ve şüphesiz bilgi olarak kabul etmişlerdir. Aklı esas alan Mutezile her şeyi akılla izah etmenin zorluğu ile bazı yanlışlara düşüyor, Eş’âriler onların fikirlerini delillerle çürütüyorlardı. İmam Gazali (1059-1111) ise Aristo felsefesini takip edenleri “Tehaftü’l-Felasife” isimli eseri ile çürüttü.
Bu ilk dönemde Müslümanların büyük bir ilmî ve fikrî hürriyetleri vardı. Peygamberimizin (asm) “İlim Çin’de de olsa gidin alın” (Gazali, İhya, Kitabu’l-İlim, İstanbul-1985, s.1:15.) emrine ve “Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17.) hadisine ittibaen her nevi ilmi buldukları yerden almaya başlamışlardı. Çünkü Çin’den ilâhi bilgiyi değil dünyevi, teknik bilgileri alabilirlerdi.
Bediüzzaman Said Nursi İslam’ın bu ilk döneminde aklın, hak ve bürhanın galip olduğunu, millet-i İslam’ın da hicrî 300 seneye kadar mümtaz ve serfiraz olduğunu ifade eder. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, 1990-İstanbul, s.30-33.) İşte bu hür fikir ortamında tam bir ilmî inkişaf yaşanmıştır. Daha sonra ise bir taklitçilik dönemi başlamış ve hicrî on ikinci asra kadar devam etmiştir.
İnsanın bilgisi Allah’ın yarattığı eşyanın bilgisi olduğu için “İlâhî Bilgi” ve “İlâhi Olmayan Bilgi” diye ayırım yapmak anlamsızdır. Nitekim yüce Allah “Âdem’e (as) eşyanın bilgisini öğretmiştir.” (Bakara, 2:31.) Peygamberimiz (asm) de “İlim müminin yitik malıdır; nerede bulursa almalıdır” (Şeyh Mansur Ali Nâsıf, Tâc, 1961-Mısır, Kitabu’l-İlim, s.1:64.) buyurarak her nevi ilmin alınmasını istemiş ve her nevi ilmi övmüştür. Gerçi “Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınırım” (Tirmizî, Daavât, 68; Mansur Ali Nasıf, Tac, Kitabu’l-Ezkâr, 5:124.) buyurmuştur; ama bunun anlamı şu ilim faydalı, şu da zararlı anlamında değildir. Zira insan için gerekli olan her ilim faydalıdır. Ancak ilim insanı Allah’tan uzaklaştırıyor, gurura, başkalarını tahkire, zulme ve günaha sevk ediyorsa hangi ilim olursa olsun fayda vermiyor demektir.
Bu çerçevede Peygamberimiz (asm) “İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevazuları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki ayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır, onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” (Ebû Davud, İlm, 1.) buyurarak insanlığa yararlı her nevi ilmi tahsile teşvik etmiştir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Kime hikmet verilmişse ona çok büyük hayır verilmiştir” (Bakara, 2:269.) buyurur; “Rabbim ilmimi artır” (Taha, 20:114.) diye dua etmemizi tavsiye eder.
Peygamberimiz (asm) de “Kim ilim tahsil etmek için evinden veya yurdundan çıkarsa, geri dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlm, 2.) “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir.” (Aclunî, Keşfü'l Hafâ, H. No: 751.) buyurmuş ve “Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.” (Tirmizî, Daavât, 128.) diye dua etmiş ve bize örnek olmuştur.
İnsan yeryüzünde halife kılınmıştır. (Bakara, 2:30.) İnsanın kâinatta tasarrufu da halife-i ruy-i zemin olması da ilme bağlıdır. Bediüzzaman insanın yeryüzünde halife olmasının ve eşyada tasarruf etmesinin, yeryüzünü imar ve tamir etmek olduğunu ifade eder. (İşâratu’l-İ’câz, 1994-İstanbul, s.250.) Bediüzzaman’ın bu izahına göre insanın yeryüzünde hükmetmesi ve eşyaya hâkim olması ilimle olur. Mahiyet itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Eşyayı tanımak ve tasarruf etmek, ondan faydalanmak için ilim sahibi olmak zaruridir.
Ancak Bediüzzaman ilmi ikiye ayırır: “Bir nevi ilim vardır ki bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulum-u imaniye bu kısımdandır” (Barla Lahikası, Gemany-1994, s.250.) buyurmuştur. Hikmetin en üst derecesi olan ve “İlahiyata” ait olan bu ilmi Bediüzzaman esas almış, diğer aklî ve fennî ilimleri bu ilme alet ve basamak yaparak Allah’ı bilmek ve tanımak, hikmetini anlamaya çalışmıştır. Diğer bütün ilimlerin “Marifetullah”a basamak yapmıştır. “Bütün ulum-u hakikiyenin esası ve mâdeni ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır” (İman ve Küfür Muvazeneleri, 96.) demiştir.
Yine Bediüzzaman “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir; ve insanın gaye-i aksâsı, o ubudiyete ulûm ve kemâlât ile yetişmektir. Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ise ilmin eline geçecektir” (Sözler, 239) demiştir. Aradan geçen yaklaşık yüz yıllık zaman dilimi Bediüzzaman’ı tasdik etmiş ve bu asra “Bilgi Çağı” adını vermiştir.