top of page
  • Yazarın fotoğrafıM. Ali KAYA

İMAN NEDİR? İMANIN DEĞERİ

M. ALİ KAYA

İman, tereddütsüz kesin inançtır. Din dilinde Allah’ın birliğine, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe ve kadere inanmaktır.


Allah insana akıl ve irade vererek hür bırakmış, peygamberleri ve kitapları ile hak ve hidayet yolunu göstermiştir. Aklını çalıştıran ve yaratılış amacını arayan bir insan araştırması ve sorgulaması sonucu “hidayet” dediğimiz imana sahip olur. Aklını kullanmayan, yaratılış amacına değer vermeyen, nefis ve hevasına göre hareket ederek yemek-içmek ve dünyevi menfaat elde etmekten başka bir amacı olmayanlar ise hidayetten mahrum kalarak dalalete suluk ederler.


Yüce Allah bu hakikati şöyle ifade eder: “Sizi yaratan Allah’tır. Böyle iken kiminiz buna iman eder, kiminiz de inkar eder. Allah ise yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.” (Tegabün Suresi, 64:2.)

Allah insanın aklını kullanarak iman etmesini istemekte ve imana zorlamamaktadır. “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 2:256.) “Bu kur’ân Rabbinizden gelen hak ve hakikatleri açıklayan bir kitaptır. Dileyen iman etsin, dileyen de inkar etsin. Biz inkar ederek zulmedenlere Cehennem ateşini hazırladık ki onun duvarları kafirleri çepeçevre kuşatır” (Kehf Suresi, 18:29-31.) buyurarak insanı iman konusunda hür bırakırken inkarın da acı sonunu haber vermektedir.


Kul iradesini ve aklını doğru bir şekilde kullanır da nefsine, varlıklara, kainata bakar, ölümü düşünür ve dünya hakkında doğru bir anlayışa sahip olursa ve peygamberlerden gelen haberler kulak verirse yüce Allah ona hidayet nurunu nasip eder. Zira hidayet Allah’tandır; ancak Allah rızkı ve şifayı arayana ve sebeplerine sarılana verdiği gibi hidayeti de hidayetin sebepleri olan akıl, irade ve hak söz dinleme gibi sebeplere sarılarak hidayeti arayana verir.


Saadettin-i Taftazani “İman, kulun cüz’i iradesini sarfettikten sonra Allah’ın kalbe koyduğu bir nurdur” demiştir. (Bediüzzaman, İşaratu’l-İ’caz, 67.)


Tahkiki İman

İman artıpı eksilmez; zira iman esasları altıdır ve bunlar değişmez; ancak bunlara olan imanda icmalî, tafsilî ve tahkiki olmak üzere güçlü ve kuvvetli veya zayıf olur. İcmalî iman, delilsiz ve tahkiksiz, ilimden yoksun bir iman olup taklide dayansa da sahih bir imandır; ancak zayıf bir imandır. İlimden kaynaklanan tahikika ve tafsile dayanmadığı için şeytandan veya imansızlardan gelen itiraz okları, şüphe ve vesveselerle sahibini tereddüde ve şüpheye düşürerek inakra sebep olup kişiyi imandan mahrum edebilir.


Bu durumda kişi hemen “Bilmiyorsanız bir bilene sorun” (Enbiya Suresi, 21:7; Nahl Suresi, 16:43.) ferman-ı ilahi gereği bir alime sorup şüphesini gidermesi ve imanını tahkika yükseltip güçlendirmesi gerekir.


Tafsili ve tahkiki iman ise iman hakikatlerini araştırarak delilleri ile öğrenip aklını ikna ve kalbini tatmin ederek iman etmektir. bu iman asla sarsılmaz, bilakis imanda şüphe ve tereddüt içinde olanları da ikna ederek imanını vesile olur ki ulemanın ve salihlerin imanı böyle tahkiki ve tafsilî bir imandır.


Işığın mumu ışığından güneş ışığına kadar mertebeleri olduğu gibi, imanda da böyle mertebeler vardır. İcmali iman ile tafsilî ve tahkiki iman arasında şöyle bir fark vardır ki bir pazara pek çok mal gelmiş olsa mukallid olan “bu mal ancak falana ait olabilir” der. Bunda pek çok yanlışlıklar olabilir ve pek çokları onu aldatabilir. Ancak her mal üzerindeki mührü ve markayı okumasını bilen markaya bakar okur ve “Bu mal falana aittir, bu mal da filana aittir” der. Onu hiç kimse şüphe ve tereddüde düşüremez.


İmanın kemaline “Yakîn” denir. Yakîn şüphesiz imandır ki bunun da üç mertebesi vardır.


Birincisi, “İlme’l-Yakîn.” İmana ait hususlarda bilgi sahibi olmak ve ilmen bilmektir.


İkincisi, “Ayne’l-Yakîn.” Bilgi sahibi olduğu hususları göz ile görme derecesinde imanı inkişaf ettirmektir ki Allah’ın ilim, irade ve kudretinin kainat ve eşyadaki tecellilerini görerek, müşahede ederek imanını inkişaf ettirmektir. Bu da ilim, akıl ve tefekkür penceresi ile “Esma-i Hüsnâ”yı bilerek ve anlayarak imanda terakki etmektir ki 1001 Esma-i Hüsnâ mertebelerinde terakki etmektir.


Üçüncüsü, “Hakka’l-Yakîn” mertebesidir ki iman hakikatlerini bizatihi yaşayarak imanda terakki ve tekâmül etmektir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2107, s. 249-250.) Bu ise “Ehass-ı Havassa” mahsustur. Peygamberlerin ve bir kısım sahabelerin imanı bu mertebededir.


Ölüm anında şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verebilir. Tahkiki iman yalnız akılda durmuyor, hem kalbe, hem ruha, hem sırra, öyle latifelere sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor, öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2017, s. 40.)


İnsanın Vazife-i Asliyesi İmandır.

Bediüzzaman der ki: “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir. İman insanı insan eder, belki de insanı sultan eder. bu sebeple insanın vazife-i asliyesi iman ve duadır.”


Tasdik ve İnkar Bakımından İnsanların Durumu

Tasdik ve inkâr bakımından insanların durumu üçe ayrılır.


Mü’min: Dinin kesin hükümlerini kalben tasdik eden ve dil ile ikrar edip savunan kimselere mü’min denir. Mü’min olan kimse Allah’a ve peygamberine inanmıştır. Bu konuda kalbinde asla şüphe ve tereddüde yer vermez. Mü’min, günahkâr, zalim ve fasık olabilir. Bu durumda tövbe etmek kendisine vacip olur. Mü’min tövbe ederse Allah onu affeder. Tövbe etmeden ölürse o zaman onun durumu Allah’a kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse azap eder.


Kâfir: Dine ve imana ait meseleleri bilmekle beraber kalben inanmayan ve dili ile de inanmadığını söyleyen kimseye “Kâfir” denir. Kâfirin imanı olmadığı gibi, küfrü de açıktır. Allah’a şirk koşanlar ile dinin bir kısmına inanıp diğer kısmına inanmayanlar ve bunu da açıkça ilan ve ifade edenler de kâfir sınıfına dâhildirler. İslamiyet’in gelmesinden sonra hükmü kalkmış olan Tevrat ve İncil’e inanan Yahudi ve Hıristiyanlara “Ehl-i Kitap” denmekle beraber onlar da Kur’an-ı Kerimi ve peygamberimizi yalanladıkları ve kabul etmedikleri için “kâfir”dirler. Allah’ın oğul edindiğini, insanın da Allah’ın işine ortak olduğunu iddia ettiklerinden dolayı şirke düşmüşlerdir. Bunun için de onlara “Müşrik” denilir.


Münafık: Kalben inanmadığı halde, menfaat ve bir başka sebeple inandığını söyleyen ve inanmış gibi ibadet eden kimseye münafık denir. Münafığın imanı yoktur. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “İnsanlardan inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahirete inandık’ diyenler vardır. Bunlar mü’minleri ve Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki sadece kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar. Onların kalplerinde hastalık vardır. Tedavi olmak istemedikleri için Allah da onların hastalıklarını artırmaktadır. Onlara ‘fesat çıkarmayın’ denilirse “bizler ıslah için çalışıyoruz’ derler. Hâlbuki onlar ifsat etmektedirler ama farkında değillerdir” (Bakara Suresi, 2:8-12.) buyurarak münafıkların durumunu bize haber vermektedir.


Münafıkların kalpleri bozuk, niyetleri kötü ve işleri yalan, hile ve fesat olduğu için kâfirlerden daha alçak bir derecede oldukları için cehennemde de yerleri en aşağı tabakada olacaktır. Bu husus Kur’ân-ı Kerimde “Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlar orada kendilerine hiçbir yardımcı da bulacak değillerdir” (Nisa Suresi, 4:145.) buyurarak ahiretteki durumları haber verilmiştir.


İman Bir Bütündür Bölünme ve Parçalanma Kabul Etmez

Peygamberimizin (sav) saymış olduğu iman esasları bir bütündür. Bölünme ve parçalanma kabul etmez. İmanın şartlarından beşine inanıp birine inanmamak imanın tamamını ortadan kaldırır. Çünkü imanın şartları birbirini gerektirir. Biri birisiz olmaz. Allah’a iman, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere imanı gerekli kılar. Aynı şekilde kitaplara iman, Allah’a, meleklere, ahiret gününe, kadere ve peygamberlere imanı gerektirir. Birinde şüphe ve tereddüt imanın tamamını ortadan kaldırır.


Nasıl ki, abdestin farzları dörttür. Abdestin kabulü bu dört şartı yerine getirmeye bağlıdır. Birini yapmadığınız zaman abdest almış sayılmazsınız. Aynı şekilde, “Ali” kelimesini yazmak ve bununla “Ali”yi kastetmek için “A-l-i” yi oluşturan üç harfi de yazmak gerekir. Bir harfi eksik yazdığınız zaman bu Ali’ye delalet etmez. İman da altı rüknünden çıkan öyle vahdânî bir hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllidir ki tecezzi kaldırmaz.” (Şualar, 2005, s. 371.)


Amel, İmanın Bir Parçası Değildir

Salih ameller dediğimiz Allah’ın emrettiklerini yapmak ve yasakladıkları şeylerden kaçmak imanın bir şartı ve bir parçası değildir. İmanın kemaline ve gücüne delildir. Salih amelleri işlemek ve haramlara girmek imansızlıktan değil, nefis ve şeytana aldanmaktan kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı mü’min emre muhalefetten günahlara girmiş olmaktadır. Tövbe ettiği zaman imanından dolayı Allah günahını affetmektedir. Şayet amel imanın bir parçası olsaydı günaha giren bir mü’min küfre girmiş olur, imandan mahrum kalmış olurdu. Yine inanmadığı halde Allah’ın emrine uygun davranışlarda bulunan Hıristiyanların ve sair din mensuplarının da mü’min sayılması gerekirdi.


Tembellikten, nefis ve şeytana uymaktan ve çevresinin, yakınlarının zorlamasından dolayı günahlara giren bir mü’min tövbe etmediği zaman günahından dolayı azaba layık olur, cehennemde cezasını çektikten sonra peygamberimizin (sav) şefaati ile kurtularak cennete girer. (Tirmizi, Sıfat-ı Cehennem, 10.)


Amelin imanın bir cüz’ü, bir parçası olmamasının birkaç delili vardır:

1. İmanın hakikati tasdik, amelin ise tatbiktir.


2. Kur’an ve Hadisler ameli iman üzerine atfetmiştir. Atıf ise ma’tuftan başkadır. (Bakara Suresi, 2: 277.)


3. Amellerin makbul olması imana bağlıdır. İmanı olmayanın ameli Allah katında makbul olmaz ve kişiyi cehennemden kurtaramaz. Ancak dünyada fayda görürler. (Taha Suresi, 20:112.)


4. Kur’ân-ı Kerimde iman büyük günahlarla beraber zikredilmiş ve büyük günah işleyen, adam öldüren mü’minlerin aralarını bulmayı emretmiş ve onlara mü’min demiştir. (Hucurat Suresi, 49:9.)


5. Peygamberimiz (sav) bizatihi büyük günah işleyen sahabeleri cezalandırmış, sonra onların cenaze namazlarını kılmış ve iman dairesinden çıkarmamıştır. Bilakis imanlarının kuvvetinden dolayı bu cezaya katlandıklarını söylemiştir.

Nitekim peygamberimiz (sav) “Lâ ilâhe illallah Muhammed Resulullah” diyenin mutlaka sonunda cennete gireceğini söyleyince Ebu Zerr-i Gıfarî (ra) “O kişi zina etse de hırsızlık yapsa da mı girecek?” diye sorunca “Evet, zina etmiş olsa ve hırsızlık yapmış olsa da” buyurmuşlardır. (Buhari, Tevhit, 33; Rikak, 16; Müslim, İman, 40; Tirmizi, İman, 18.)


Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah ancak şirki affetmez, şirk dışında bütün günahları affeder” (Nisa Suresi, 4:48.) buyurarak imanı ortadan kaldıran şirk dışında günahların imansızlığa sebep olmadığını en güzel şekilde bize haber vermiştir.


Kamil İmanın Meyvesi ve Faydası

İman amelle kemâlini bulur. Amelin de güzelliği, ihlâsı ve safiyeti imanın kemâline delildir. Bunun için İmam-ı Şâfî (ra) “Kamil iman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel etmektir” demiştir. İslam bilginlerinin tamamı da bu konuda ittifak içindedirler.

Mü’min olan kimse Allah’ın yasakladığı haramlardan kaçarak, emrettiği farzları yaptıkça imanı güçlenir, kuvvetlenir. İmanı kemâle erer. Haramları işledikçe, farzları ihmal ettikçe imanı zayıflar. Zayıflayan iman da zamanla söner ve kaybolur. Bundan dolayı farzları yapmayan ve haramlardan kaçmayan bir mü’minin -Allah korusun- imansız olarak kabre girme tehlikesi vardır. İmansız ölen kimse de ebediyen cehennemden kurtulamaz.


Peygamberimiz (sav) imanın ne kadar değerli olduğunu ümmetine göstermek ve her an imandan mahrumiyet gibi tehlike ile karşı karşıya kalındığını hatırlatmak için şöyle dua ederdi. Bizim de böyle dua etmemizi isterdi. “Allah’ım! Kalbimi iman ve itaat üzere sabit kıl” (İbn-i Mâce, Dua, 2.)


İman sahibini ahiret azabından ve cehennemden korur. Cenneti ve ebedî saadeti kazandırır. Ancak imanın bunu kazandırması için son nefese kadar imanda sebat etmesi ve ölümünün iman üzere olması gerekir. Bunun için peygamberimiz (sav) “son nefesinde kelime-i şahadet getirerek vefat edenin cennete gideceğini” (Ebu Davud, Cenâiz, 20.) müjdelemiştir. İtibar son nefesedir. Son nefesine kadar imanı koruyamayanın önceki imanı ona fayda vermez.


İman ve Amel İlişkisi

Allah’a iman eden ona itaat edecektir. Allah’a itaat ise emirlerini yapmak, yasaklarından kaçmak ve gönderdiği elçisine itaat etmek, yani sünnetine uygun hareket ve amelde bulunmak demektir.


Peygamberimiz (asm) “Sizin imanca kamil olanınız, ahlakça mükemmel olanınızdır” (Tirmizi, Rada 11; Ebu Davud, Sünnet 16.) buyurarak imanın amele vesile olacağı ve ahlakı güzelleştireceğini ifade etmişlerdir.

65 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page