M. Ali KAYA
MİZANU’L-HAKK Fİ İHTİYARİ’L-EHAK
Kâtip ÇELEBİ
Özet: M. Ali KAYA
Giriş

Kâtip Çelebi (1609-1659) XVII yüzyılda yetiştirdiği büyük ilim adamlarından birisidir. Bulunduğu asrın taassubundan kurtularak ilme ve akla dayanarak doğruyu bulmaya çalışmış ve tarafsız bir şekilde tartışılan konular üzerinde fikir beyan etmiştir.
Onu ilgilendiren şahıslar değil, fikirlerdir. O, ders vermeyi ve öğrenci yetiştirmeyi en üstün ibadet sayar. Bunu ücretsiz ve Allah için yapmalıdır. “Keşfu’z-Zünûn” “Cihannümâ” “Kitabu’l-Bihar” eserlerinden sonra 1656’da “Mizanu’l-Hakk” isimli eserini yazar. Aklın ve müspet ilmin önemi üzerinde durur.
Osmanlı’nın bozulan maliyesini düzeltme çarelerini görüşen heyette de bulunan Kâtip Çelebi “Düsturu’l-Amel fî Islâhi’l-Halel” isimli bir rapor yazar. Bunun hasıraltı edileceğini de söyleyen Kâtip Çelebi “Bir aydının ülkenin yararına ve hayrına olan çekinmeden söylemesi gerektiğini, yoksa indallahda mesul olacağını” ifade eder.
“Mizanu’l-Hakk” eseri büyük yankı uyandırmış ve zamanın Şeyhülislam’ından eser hakkında fetva istenmiştir. Şeyhulislam Abdulhalim Efendi “Eser hakkı uzlaştırmakta faydalı bir eserdir” diye fetva vermiştir.
Maalesef Osmanlı son zamanda fenni ilimlere önem vermemiş ve Medreselerde sadece Dini İlimler okutulmuştur. Bunun sonucu olarak teknik bakımdan geri kalmıştır. III. Mustafa zamanında 1773 yılında ilk Mühendishane-i Bahr-i Hümayun Haliç’te tersane yakınında açılmıştır. Burada Matematik ve Geometri dersleri konulmuş ve Avrupa’dan hocalar getirilmiştir. Buna karşı çıkan ulema imtihan edilerek “Bir üçgenin iç açıları kaç eder diye sorulmuş” ulemanın en bilgilisi “Üçgenine göre değişir” diye cevap verince padişah bunların hepsine Matematik ve Geometri öğretmelerini istemiştir.
Gerçekte bütün ilimler Allah’ın ilminden ve kainattaki düzenden ortaya çıkarılmıştır ve aralarında çelişki yoktur. Ama ne var ki taassub-u baridane ile hem dindarlar hem de dine karşı olanlar bunu kabul etmekten imtina etmektedirler. Bu durum maalesef 1910’lu yıllara kadar devam etmiştir. Bunun için Bediüzzaman “Vicdanın ziyasi din ilimleri, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin imtizacından hakikat ortaya çıkar” demek zorunda kalmıştır. Ama günümüzde her iki mutaassıp taraf bu durumu savunmaya devam etmektedir.
Kâtip Çelebi’nin “Mizanu’l-Hakk” eseri için Şeyhulislamdan fetva istenmesi o zamanki durumu açıklamaya yeterlidir.
M. Ali KAYA
“Mizanu’l-Hakk fî İhtiyari’l-Ehak” Kitabından İktibaslar
İnsanların doğruyu bulması için Allah akıl vermiş, aklı da nakille takviye etmiş ve şüphelerden kurtarmıştır. Evham ve vesveselerin ilacı da Akılla naklin beraber bulunmasıdır. Tevatüre dayanan nakil ile kâmil akıl hidayet rehberidir. Başka şekilde doğru nasıl bulunur ki?
Bunun için de aklî ilimlere önem vermek lazımdır. Onlar da; sayı, heyet, hendese ve musikidir. Bunlar da nazarî hikmetin bölümleridir. Amelî hikmet ise Ahlak ilmidir. Bunlar da fikir ve nazar yoluyla elde edilir. Fikirde yanlıştan korunmanın yolu istidlaldir. Bunun için “Usul” kitapları yazılmıştır. Onlara da “İlm-i Mizan” ve “İlm-i Mantık” denilmiştir.
Mütekellimîn’den Seyid Şerif Cürcânî, “Bir alim ilmin bu mizanlarla ölçmezse onun bilgisine gövenilmez” demiştir. İmam-ı Gazali de “Mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” demiştir. Mutaassıp Hıristiyanlar Felsefî ilimleri reddettiler; ama İslam bilginleri kesin reddetmediler ve “Tehafütü’l-Felâsife” ile cevap vererek yanlışlarını gösterdiler.
İslam alimleri Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifleri anlayabilmek için “Usul ve Mevzuat İlimleri” dediğimiz âlet ilimlerini tedvin ettiler. Böylece “Kur’an İlmi” “Tefsir İlmi” “Hadis İlmi” ve “Kelam” (İslam Felsefesi) gibi ilimler ortaya çıktı. Sonra Müteahhirîn’den Seyid Şerif Cürcâni ve Saad-ı Taftazani, Şirâzî, Ebû İshak, Kutbeddin-i Râzî, Fahreddin-i Râzî ve Kadı Beydâvî (Radıyallahu Anhüm Ecmain) gerçeği bulma konusunda delillere dayalı olarak inceleme ve araştırmaya önem verdiler. İslâmî ilimleri ve Usulü’d-Din’i aklî ve fennî ilimlerle takviye ettiler. Lâkin nice boş kafalılar salt taklit ile hareket ederek felsefî/aklî ilimleri kötüleyip aslını sorup düşünmeden reddettiler ve cahil iken bilgin geçindiler. Yüce Allah “Allah aklını çalıştırmayanları pislik içinde bırakır. Sema ve arzda neler var? İnceleyip bakmaz mısınız” (Yunus, 10:100-101) ayetindeki emirleri öküzün eşyaya bakması gibi bakmak zannettiler.
Fatih Sultan Mehmed “Medrese-i Semâniye”yi yaptırıp “Şerh-u Mevakıf ve Makâsıd” gibi derslerin okunmasını ferman buyurmuştu. Sonra gelenler onları “Felsefiyattır” diye okutmayı reddettiler. Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat geldi. Bu dersleri okutacak alim azalmaya başladı. Halbuki Hendese (Geometri) bilen müftü bilmeyenden daha alimdir ve hükmü daha doğrudur. Hendese bilen kadı da bilmeyen kadıdan daha isabetli ve adil karar verir. Zira Hendese adalete ve hakka kuvvet verir. Kur’ân-ı Kerimi anlamak için Riyaziyyatı (Matematik) Coğrafya ve Astronomi gibi ilimlerin tahsili lazımdır.
Şurası bir gerçektir ki Âdem (as) zamanından beri halk bölük bölüktür. Her bölüğün bir türlü gidişi ve bir çeşit tutumu vardır ki ötekine aykırı görünür. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “O müşrikler ki dinlerini darmadağın etmişler ve fırka fırka olmuşlardır. Bunlardan her zümre kendilerinde olanla böbürlenirler” (Rum, 30:31.) buyurarak her grubun kendisinde olanı ile övünüp kibirlenerek başkalarını hor ve hakir gördüğünü bu sebeple hak ve hidayeti bulamadıklarını ifade eder. Herkes kendi yolunu diğerinden üstün tutar. Kimisi akıllıdır, bu uyuşmazlığın hikmeti üzerinde durur ve kimsenin tutumuna ve gidişine ilişmez. Kendine göre dini yönden bir sakınca görse de içinden bunu inkâr eder ve ondan çekinir. Kimisi de ahmaktır; uyuşmazlığın nereden çıktığını bilemez, bütün insanlar aynı fikir ve düşüncede olsun diye olmayacak hayaller peşine düşer. Dinde gereksiz yere münakaşa ve kavga çıkarır. Yerleşmiş ve kökleşmiş olan adetleri kaldırmaya ahmakane uğraşır. Çünkü bir toplumda bir konuda uyuşmazlık çıkıp yerleştikten sonra o uyuşmazlığı ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Akıl ve basiret sahiplerine gerektir ki medeniyetin ve şehirliliğin gereği olan bu bölünmüşlüğü ve gruplaşmayı bilerek, her birinin özelliklerinin ne olduğunu bilerek hikmet-i temeddünün sırrını gittikçe anlar ve bunlardan faydalanmaya çalışır. Kavgacı ve iddiacı kişiler örümcek ağına düşen sinek gibi güçsüz ve dermansızdır.
Bid’at Meselesi
Bid’at din ve dünya işlerinde Peygamberimize (asm) ve Hulefâ-i Raşidin devrinde olmayıp kavlî, fiilî ve takriri sünnete işaret edilmemiş ve hakkında bir eser ve haber bulunmayan, peygamberin sünneti ve Allah’ın emrine aykırı ortaya çıkarılan adetlerdir. Bid’at dinde ve Peygamber ahlakında olur, aklî ilimler ve teknik meseleler bid’aya dahil değildir.
Allah’ın farzlarının yapılmasına ve Peygamberimizin sünnetlerinin uygulanmasına güç veren şeyler bid’at değillerdir. Ancak bunun bid’at olduğunu iddia edenlere karşı İslam alimleri bu “Bid’at-ı Hasenedir” demiş ve güzel görmüşlerdir. Kur’an ve Sünneti iyi anlamak için kitap yazmak ve ezanı daha uzağa duyurmak için minare yapmak gibi. Kötü ve kabih olan, insanı haktan ayırıp dalalete götüren bid’alar ise “Bid’at-ı Seyyiedir” ki ehl-i sünnet akaidi dışındaki itikatlar ve o itikada göre yapılan sünnette olmayan ibadetler gibi… Ezana Aliyyu Veliyyullah ilave etmek, Hulefa-i Raşidini meşru görmemek gibi…
Bütün bid’atlar halkın arasındaki bir töreye ve bir adete dayanır. Bir bid’at halk arasında yayılırsa artık halkı ondan yasaklayıp şeriatın emrine uydurmak çok zordur. Halk alışıp adet edindiği işi gerek sünnet, gerekse bid’at asla bırakmaz ve terk etmez. Baskı ile terk ettirmeye çalışmak bilakis o bid’anın daha da güçlenmesine sebep olur. En basit sigara gibi bir bid’atı ne padişahlar ve ne de vaizler ortadan kaldıramamışlardır.
Halk adetini bırakmaz. Her ne ise Allah’ın istediği şekilde sürer gider. İdarecilerin İslam düzenini koruması, vaizlerin halkı sünnete rağbet ettirme ve bid’adan vazgeçirme konusunda yumuşaklıkla ve tatlılıkla vaaz ve nasihat etmelidir. Zira “Peygambere düşen ancak tebliğdir” (Nahl, 16:82; Şura, 42:48.) ayeti gereği bu konuda fazla ısrar edip ince dokumak doğru değildir. Hele baskı yapmak asla uygun değildir.
Halkı alıştığı şeylerden döndürmeye boş yere çalışıp çabalamakla vakit kaybetmemek gerekir. Zira bir defa söylemekle maksat hasıl olur. Tesir eylemezse ziyadesi gevezelikten ve adet sahibinin adetini savunmaya geçmesinden başka bir şeye yaramaz. Bu sebeple üzerine düşmemek gerekir.
Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker Meselesi
Bu konuda pek çok ihtilaf ve münakaşa olmuştur. Kimisi mutlak vaciptir, kimisi de mutlak vacip değildir demişlerdir. Hak olan budur ki, emredilene ve nehyedilene uymak gerekir. Bu emir ve nehiyler vacip olana vacip, mendup olana menduptur.
Bu konuda Âmidî, Abduddin İcî, Seyid Şerif Cürcânî bazı şartlarla meseleye açıklık getirmişlerdir. Şöyle:
1. Emreden ve emredilen ehl-i kitap olmalı,
2. Emreden ve emredilen marufun maruf ve münkerin münker olduğunu bile.
3. Emreden emrettiği şeyle âmil ola, aksi tesir etmez.
4. Emredilen farz ve vacip ve nehyedilen haram olmalı, yoksa emretmek vacip olmaz.
5. Namaz ve içkinin mahremiyeti gibi emri ve nehyi kesin olan işlerden ola. Yoksa içtihada ait olan bir meselede emretmek ve nehyetmek vacip olmaz.
6. Kendisinden başka emreden ve nehyeden olmaya. Görevli ve o işi yapanlar varsa başkasına o vacip olmaz. Ancak başkası vardır diye terk etmek de olmaz. Ancak bu kifâye nevinden olur.
7. Emredilenin yapma ve nehyedilenin terk etme ümidi ola. Israra ve karışıklığa, itiraz ve inatlaşmaya sebep olacak ise ve fitneyi doğuracak, asayişi ihlal edecek ise terk etmek daha evlâdır.
8. İdda ve tecessüs neticesi olmaya… Zira gizlilikleri tecessüs haramdır. Zan ve iddia ise büyük günahtır. Zira yüce Allah “Zannın çoğundan sakının! Zira, zannın bir kısmı (Su-i Zan) günahtır. Ayıpları ve gizlilikleri de araştırmayın. Birbirinizi gıybet de etmeyin!” (Hucurat, 49:12.) “İnananlar arasında kötü şeylerin yayılmasını sevenleredir dünyada ve ahirette elemli azap ve Allah, her şeyi bilir, sizse bilmezsiniz.” (Nur, 24:19.)
Evet, kötü sözlerin yayılmasını arzu edenlere şiddetli azap vardır. Kötülükleri kapatmak evladır. Ayıp örtmekle rıza-ı ilâhi celbolunur. Yüce Allah’ın bir adı da “Settaru’l-Uyub” yani ayıpları ve gizlilikleri kapatan ve örtendir. Açıktan işlenmeyen hususlarda emr-i ilâhi mucibince talim ve taallüme devam edilmelidir. Açıktan işlenen haramlar konusunda da yukarıda sayılan şartlar muvacehesinde “Emr-i Maruf ve Nehy-i Anil-Münker” vazifesi ifa edilmelidir. Bunun aksine hareket boş tartışmalar ve karışıklığa götürür.
İstidadı olanlara farzları ve vacipleri yerine getirdikten sonra işlerin en üstünü, amellerin en hayırlısı ve Allah katında makbul olanı şeriat ilimleri ile meşgul olmaktır. Farz ve vacipler dışında zorlama, haramlar dışında yasaklama ve sünnetler dışında tavsiye edilecek hususlar yoktur. Sohbetler de iman hakikatlerini anlatma, ibadet ve amele ait meselelerde olmalıdır. Adetler ve kusurlar emir ve nehye değmezler. Bunlara nazar-ı müsamaha ile bakmak gerekir. Dindeki müsamaha adetlere aittir. Farzların terki ve haramların işlenmesinde müsamaha gösterilemez.
Kâtip Çelebi’nin bu konudaki sözleri burada bitti. Asrımızın alimi olan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de “Bu zamanda farzları yapan, yedi kebairi işlemeyen ve iman konusunda şüphesi olmayan kurtulur” hükmünü vermiş ve “Bütün mesaisini iman üzerinde teksif etmiştir.” Zira bu zamanın hastalığı imansızlık ve nifak, Müslümanlarda ise felsefenin dalaletinden kaynaklanan iman zaafıdır. İmanı takviye etmek, taklitten tahkika çıkarmakla ancak kurtuluş mümkün olur. Risale-i Nurların iman üzerindeki tahşidatının sebebi budur.
Tavsiyeler
İdarecilere yakışan, farzları ve vacipleri yerine getirip İslam inancını bilecek kadar din konusunda yetinip kendi ilm-i hâli olan hazine-asker ve halk ilişkilerine önem vere… Onların inceliklerini öğrene… Halkın töresini öğrenip her çağın gereği ne ise yumuşaklık ve sertlikle yüce devletin kanunlarını yürüte…
Vaiz efendiler ise;
1. Şehir halkının töresine, âdetine ve ıslahına aykırı sözler söylemeyeler. Bu dedikoduya sebep olur.
2. Uyuşmazlıkları tatlı söz ve yumuşak bir dille hall-u fasl yolunu tutalar. Gönül alıcı sözlerle nefreti sevgiye tebdil yoluna gideler. Bir yanı tutup öbür yanı azarlayarak gürültü edilmeye…
3. Umumi olarak farzları ve vacipleri yapıp, haramlardan kaçma hususunda şevk vereler. Va’d ve vaidde ifrata ve tefrite kaçmayarak gereğine göre hakîmâne hükmedeler. Sohbetleri ile ne Allah’a güvenme ve ne de tamamen korkutma yerine ölçülü olarak beyne’l-havf ve’r-reca yolunu tutalar.
4. Zamana ve yere göre sohbet ede. Ramazan’da oruçtan, vefat durumunda ölümden ve mübarek günlerde o günlerin faziletinden bahsedeler. Sünnete ait olan hususlar tavsiye edilmeli, adet ve törelere ait olan hususlarda susmalıdır.
5. Halkın anlamayacağı ihtisas gerektiren ince konuları vaazda konuşmamalıdır. Bu fitneye sebep olur. İmam Ragıb el-Isfahânî “Vaaz halk ve avam içindir. Yüksek tabaka olan havass için değildir” der. Peygamberimiz (asm) “İnsanları anlayacakları şekilde akıllarına göre konuşun. Anlamayacakları meseleleri konuşarak onları şüpheye düşürerek Allah’ı ve Peygamberi inkâr etmelerine sebep olmayın” buyurmuşlardır.
6. Yemekte tuz gibi hikâye, temsil ve şiir de söylemelidir.
7. Halka iman hakikatlerini anlayacakları şekilde izah ederek farzları ve haramları anlatmalıdır. Namaz, oruç, hac ve zekât ahkamı konusunda bilgi vermelidir. Halk tatlı dille konuşanları sever ve dinler. Halk seni severse senin sözlerini de sever ve onlara itibar eder.
Halka yakışan ise;
İman esaslarını icmalen öğrenip şüphe etmeye. Bilmediği bir konuyu bilen alimlere sormalıdır. Farzları yapıp haramlardan kaçalar. İslam’ın şartlarına uyalar. Yalan, gıybet, hıyanet etmeyeler. Doğruluk üzere iş yapalar. Kimsenin malına ve namusuna göz koymayalar. Helal rızka kanaat edeler. Cumaları da vaizleri dinleyip inana ve üzerinde dedikodu yapmayalar. Cahil iken ilim bahsinde bulunmayalar…
Talebeye gereken ise;
Önce temel bilgileri öğreneler. Sonra İslam akaidini ve diğer meseleleri öğreneler. Bir konuyu bilmeden diğerine geçmemelidirler. Kendi mesleğine ait konuları öncelikle öğrenmeli sonra diğer konulara geçmelidirler. İlim öğrenme işini itmam etmeden mansıp ve makamlara heves etmeyeler. Çünkü meslek ve mansıp ilme manidir.
Geçim işini ilimden elde etmeyeler. Ehl-i Sünnetin akidesini muhkem elde edip Kitap, Sünnet ve İcma kalesine gireler. Kur’ân-ı Kerimi, Peygamberimizin (asm) sünnetini ve Evliyanın sözlerini kendileri için ölçü kabul edeler. Sonra hukemânın sözlerinden “İyisini al kötüsünü bırak” kaidesine göre alıp istifade edeler. Hiçbirini red ve inkâr etmeden taassup derdine düşmeyeler.
Hak Teâla bizleri rızasından ayırmasın! Âmin!