M. Ali KAYA
USUL VE ESAS
M. ALİ KAYA

Daima usul esastan önce gelir. Maksada ancak usul ile usule riayet etmekle vasıl olunur. Davanın hak ve hakikat olması sonucu etkilememektedir. Sonucu etkileyen metot ve usuldür. Nitekim nice hak davaya inanmış ve bu uğurda mücadele etmiş büyük insanlar metotsuzluk ve yanlış metot yüzünden davaya da kendilerine de büyük zararlar vermişler ve büyük mağlubiyetler yaşatmışlardır.
Haklı bir savaş yanlış taktik ve sevk-u idare sonucu büyük bir hezimetle sonuçlanmakta ve sonuçta telafisi imkânsız zararlar doğurmaktadır. Bunun binlerce örneğini tarihte bulmak mümkündür. Bu sebeple diyoruz ki haklı davanın savunucularının haklı ve doğru bir metotla hareket etmeleri gerekmektedir. Nitekim Peygamberimizin (sav) Uhut savaşındaki mağlubiyetinin sebebi sahabelerin bir kısmının görevlerini ihmal etmeleri ve usul hatasından başka bir şey değildi. Davalarının haklı olmadığı asla söylenemez. Mağlubiyetin sebebi dava değil, davaya gönül verenlerin yanlışlarıdır. Bunu başka örneklerle de takviye etmek mümkündür ama herkes kendi bilgisine göre örneklerini bulabileceği için kısa kesmek daha doğrudur.
Günümüz İslam dünyasının geri kalmışlığının sebebi ve Müslümanların zayıf mağlup olmalarının sebebi fakirlik ve bilgisizlik değildir. Bilgi de zenginlik kaynakları da batıdan daha fazla Müslümanlarda ve İslam ülkelerinde mevcuttur. Sebep sadece metotsuzluk, usulsüzlük ve kaynakların kullanımında tembellikten başka bir şey değildir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Risale-i Nur eserlerinde Müslümanlara daha çok usul ve esas dersi vermektedir. “Bizim vazifemiz hizmettir. Netice Allah’a aittir” prensibi bunların en birincisidir. Bu peygamber metodunun kaynağı yüce Allah'ın peygamberleri diliyle bize ders verdiği “Peygamberlerin görevi apaçık tebliğdir” (Maide, 5:99; Yasin, 36:17.) ayetinden kaynaklanmaktadır.
Peygamberler saltanat ve dünya hâkimiyeti davası ile çıkmadılar. İman davası ile çıktılar ve insanların akıllarını ve kalplerini ıslah ederek ruhlarını tekâmül ettirmeyi ve bununla da uhrevi ve ebedi saadeti kazanmalarını amaç edindiler. Bu davalarını da dünyevi saadetin ve saltanatın amacı haline getirilmesine karşı çıktılar. Nitekim peygamberimiz (sav) Mekke’de imanı anlatırken ve kendisine biat etmek isteyenlerden biat alırken “iktidar sahiplerinin iktidarına ve saltanatına göz dikmemek ve bu davayı ona alet etmemek şartı ile biatinizi kabul ediyorum” (Buhârî, İman 11; Müslim, Hudud 41; Nesâî, Bey'a 17; Tirmizî, Hudud 12.) buyurmasının nedeni bu idi.
İslam dünyasında Mısırda ve Suriye’de İhvan-ı Müslimin “İman Davası” yerine “Siyasal İslam” fikri ile iktidar hedefi için ortaya çıktıklarından dolayı pek çok müslümanın kanının dökülmesine ve sonuçta devlet kademelerinden dışlanmalarına sebep olmuştur. Bediüzzaman bu nedenle “siyasi çekişmelerden ve iktidar amacına yönelik çalışmalardan uzak durmuş” ve talebelerini de bundan sakındırmıştır. “Din dünyevi amaçlara alet ve tabi kılınamaz” demiştir.
İman hizmetinin birinci prensibi ve başarının, yani kalplere ve gönüllere imanı yerleştirmenin birinci usulü ve metodu budur.
Bediüzzaman Risale-i Nur’un hizmetini anlatırken “Risâle-i Nur, kalb-i umûmi ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umûmiyi Kur’ân’ın ve îmânın ilâçları ile tedâvi etmeye çalışıyor.” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 55.)
Bediüzzaman yine kendisi ile uğraşanlara mahkemelerde şöyle müdafaada bulunur: “Efendiler! Ben ve Risâle–i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risâle–i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl–i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.” (E. Lâhikası, 2006, s. 54-55.)
İkinci önemli usul, hizmetin şahıslara bağlı olmaması ve Risale-i Nur ile hizmet edenlerin şahs-ı manevisini temsil etmesidir. Risale-i Nur hizmeti şahıslara bağlı bir hizmet değildir. Şahıslara bağlı bir hizmet olsaydı bunun başında Said Nursi’nin olması gerekirdi. Bu durumda Nur Talebelerine “Nur Talebesi” ve “Kur’an Talebesi” denmez “Said Nursi”nin talebesi denirdi. O hizmet de “İman ve Kur’an Hizmeti” yerine bir “Tarikat” olurdu. Bediüzzaman kendi şahsını merciiyetten azlederek Risale-i nur’u öne çıkarmış ve okuyanları kendi şahınsa değil, kitaba bağlamıştır. Bu nedenle Said Nursi’nin talebesi yoktur, Risale-i Nur’un talebeleri vardır.
Bediüzzaman bu hususu da şöyle ifade eder: “Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdi şahısların dehası, ne kadar harika da olsa, cemaatın şahs-ı mânevisinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.” (Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 136)