top of page
  • Yazarın fotoğrafıM. Ali KAYA

VELAYET NEDİR, EVLİYA KİMDİR?

Güncelleme tarihi: 20 Mar 2021


M. ALİ KAYA

Zübeyir Abiye ait hatıraları zaman zaman yaşayan abilerden dinliyoruz. Ben önemli gördüğüm hatıraları ve sözleri not ederim. Yine bir sohbette abilerden hatıralar dinlerken şunları not etmişim:


1. Üstad “rekabet” demez “müsabaka” derdi. Zira rekabet menfî, müsabaka müspettir.

2. Bu hizmetin büyüğü küçüğü yoktur.


3. Her meselede “hata bizdedir, bilerek bilmeyerek yanlış yapmış olabiliriz” deyip nefsimizi terbiye etmeliyiz.


4. Üstadımız derdi ki: “İhlas ve samimi tesanütle üç kişi meşveret etseler Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin reyi tecelli eder.”


5. Kardeşim bu zamanda evliyalık para etmez. Aklı çalıştırmak lazımdır. İnsan aklını çalıştırmazsa sabaha kadar kazandığınızı akşama kadar kaybeder. Evliyalığı da akılla korumak lazımdır.”


Bunlar hatıra olarak anlatılan hususlardır. Risale-i Nur metinleri değildir. İsteyen doğru bulur kabul eder, dileyen de “bana uymuyor” diye reddedebilir. Zira bizi bunlar bağlamaz Risalelerdeki metinler bağlar. Ancak Risale-i Nur metinlerine aykırı değilse Risalelerdeki hakikatlerin anlaşılmasına yardımcı kabul edebilir.


Bence bu çok doğru bir tespittir. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Kişinin Allah katındaki mertebesi aklına göredir. Nice akılsızlar vardır ki ömür boyu kazandığını bir saatte yok eder ve kaybeder” buyurmuşlardır.


Bu sebeple bizler Allah’a samimi bir kul, peygambere samimi bir ümmet ve Risale-i Nura samimi bir talebe olmaya çalışmalıyız. Üstadımız “Mesleğimiz acz, fakr, şefkat, tefekkürdür. Ubudiyet ise kişinin aczini, fakrını, kusurunu ve noksanın bilmesidir. Tevazu ve mahviyetle, terk-i enaniyetle daima kendisini kusurlu bilmelidir” buyurur. Kişi haddini tecavüz ederek evliya olmaya çalışmamalıdır. Kendisine, nefsine itimat etmemeli daima istişare ile hareket etmelidir. Her zaman “Havf ve Reca” dengesini koruyarak kendisini kusurlu ve cehennemlik bilmeli ve kurtulmak için dua, ibadet ve hizmet ile gayret göstermelidir. Daima kendisini kusurlu, eksik ve noksan bilmelidir.


Velilik iddia ile olmaz. Veli iddiası veli olmadığının delildir. Velilik ancak ölünce bilinir. Kişi ölene kadar iman, ilim, ahlak, itaat, tevbe ve istiğfar ile mükelleftir. Her an ihlasın yüksek kulesinden düşme ve din düşmanlarına alet ve tabi olma ve aldanma ihtimali vardır. Bu sebeple Üstadımız 5 Ocak 1960’da “Son Dersini” verirken “Kardeşlerim! Ben sizin samimiyetinizden, ihlas ve sadakatinizden şüphe duymam, ancak aldanabilirsiniz!” demiştir.


Vazifemiz acz, fakr naks ve kusurunu bilmek ve kendimizi en günahkar ve cehennemlik bilip kurtulmaya çalışmaktır.


**

Zübeyir Ağabey vefatından tahminen bir iki ay kadar önce Üstad zamanından beri biriktirdiği kendi el yazmaları, bazıları daktilo ile yazılmış, bazıları teksir edilmiş üç-beş koli evrak getirtti. Bize bunlar sizin bunlara çalışın dedi. Ayrıca hemen hemen hergün bir şeyi bahane eder en az iki üç saat bizlerle hizmete ve davamıza meslek meşrebe dair her şeyi anlatır yetiştirici konuşur hizmet faaliyetlerimizi tedbir ve tedvir ederdi.


Tahiri Mutlu Ağabey bize “Zübeyir Ağabeyin ağzından ne çıkarsa yazın bir suretini de bana verin” diye bizi teşvik ediyordu. Bizde sohbeti ve dersi bittikten sanra anlattıklarından aklımızda ne kalırsa yazıyorduk. Şunu hemen ifade edeyim ki sözleri “Kelimatı Tayyibe” ve hall-i halis olduğundan hemen hemen tamamı hatırımızda kalıyordu.


Velayet konusunda şöyle derdi:

Evvela, “Risale-i Nurlar dava değil, dava içinde bir burhandır” din değil din içinde bir meslek ve meşreptir. Evliyalık ise, sadece bir burhana ve mesleğe münhasır olmayan, geniş ve genel bir kavramdır. Öyle ise evliyalığı belli bir meslek ya da meşrep ile sınırlandırmak doğru olmaz. Bu her meslek ve meşrep için aynıdır. Açıkçası evliyalık hiçbir meslek ya da meşrebin tekelinde değildir.


İkinci olarak, velayet makamı bütün mertebe ve sırların açıldığı, her şeyin ayan beyan olduğu bir makam demek değildir. Yani birisi velayet makamına ulaşmakla her şeyi her yönü ile bilecek ve görecek demek değildir. Öyle ki bazı veliler vardır avam ve çok iman hakikatinden habersizdir, hatta imanı kavi ama taklidi olan veliler bile vardır.


Üçüncü olarak, velayetin çok mevki ve makamları vardır; suğra, vusta ve kübra gibi. Velayetin suğra ve vusta makamları ekseri olarak tarikat ve tasavvuf berzahında gidenlerin makamıdır.


Risale-i Nur mesleği ise sahabe mesleği olan “Velayet-i Kübra” mesleğinden gidiyor. Suğra ve vusta makamında giden bir velinin Risale-i Nurları bilememesi, görememesi normal bir şeydir. Hatta bazen “Kutb-u Azam” makamında olan bir veli bile Risale-i Nurları fark edemeyebilir, hatta itiraz dahi edebilir.


**

Veli kimdir, velayet ne demektir?

Lügatte veli, dost, samimi arkadaş, itaatkar, birinin işini üzerine alan ve üstlenen kişi anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, Allah dostları, Allah'ın sevgili kulları demektir.


Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Muhakkak ki Allah dostlarına korku yoktur; onlar mahzun da olacak değillerdir” (Yunus Suresi, 10:62.) buyurur. Peygamberimiz (asm) “Allah dostlarının yüzleri nurludur; onlarla beraber bulunan şakî olmaz ve onları görenler Allah Teâlâyı hatırlarlar” buyurmuştur.


Peygamberlerin mucizesi olduğu gibi Allah dostlarının da Allah’ın yardımı anlamında gelen kerâmetleri vardır. Keramet peygamberin mucizesindendir. Zira onlar peygamberin (asm) yolundan gittikleri için bu yardıma ve keramete mazhar olmuşlardır.


Hak ve hakikati insanlara duyuran “kudsî mürşitler”den herbirisi, kendilerine mahsus irşat metodları ile hizmet etmişlerdir. Bu zatlar gerek manevî makamları, gerekse tebliğ usulleri bakımından çok farklı meslek ve meşreplere sahiptirler.


Peygamberler, sahabîler, asfiyâ, müçtehidler, evliyâ, ulemâ. Peygamber ve sahabîlerin manevî mertebeleri sadece kendilerine mahsus olmakla birlikte, hiçbir insan kendi gayreti ve hizmetiyle -hâşâ- ne peygamber olabilir, ne de sahabî derecesine yükselebilir. Çünkü, artık o yol ve kapı kapanmıştır.


Fakat, bunların dışındaki diğer mânâ büyükleri, Asr-ı saâdetten sonra her devir ve asırda görülmüş ve Müslümanların manevî imdadına yetişmişlerdir. Resul-i Ekremin (asm) vefatını müteâkip asırdan sonra hak ve hakikat iki koldan yayılmıştır: Kalb ve akıl yoluyla. Kalbi esas alan ve keşif-kerâmet kanalıyla iman hakikatlerinin inkişafını temin eden mürşidlere “evliyâ“ ilham feyizlerini doğrudan Kitap ve sünnetten alan, akıl, fikir ve ispat yoluyla hakikatlerin künhüne vakıf olan iman rehberlerine de “asfiyâ” denmektedir.


Bediüzzaman hazretleri Asfiyâyı “verâset-i nübüvvet muhakkikleri” (Mektubat, 74.) yani Hz. Peygamberin (asm) miras bıraktığı sünnet-i seniyye erbabı olarak tarif eden Üstad, Şuâlar’da ise “ulemânın ilmelyakin suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (asm) dâvâlarını ispat eden ve asfiyâ ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler” (Şualar, 100.) ifadeleriyle onların metodlarını anlatmaktadır. Onlar iman hakikatlerini ilmî olarak kesin ve kuvvetli delillerle ispata çalışırlar.


Yine aynı eserde enbiya, evliya ve asfiyânın bâriz hususiyetlerini de şu şekilde görmekteyiz: “Bütün ervâh-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nûrâniye aktabı olan evliyâlar ve ukûl-u münevvere erbabı olan asfiyâlar...” (Şualar, 47.)


Burada da görülmektedir ki, evliyada kalb hâkim durumda iken, asfiyâda akıl ve ilim başta gelmektedir. Yine Mektubat’ta İmam-ı Rabbanî’den nakille, velâyet-i suğrâ, vustâ ve kübrâ olarak üçe ayıran Bediüzzaman, veliliğin en yüksek makamı olan “velâyet-i kübrâ”yı, “Verâset-i nübüvvet yoluyla tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.” (Mektubat, s. 20.) şeklinde asfiyâyı anlatır.

Yine Mesnevî-i Nûriye’nin mukaddimesinde her iki irşad yolunu birleştiren bir izaha yer verilmektedir. Bu yolda, istiğrak ehli olan ve akıl gözünü kapayarak, hakikate sülûk eden zatların aksine, kalb, ruh ve akıl gözü açık olarak manevî ve ilmî mücâhede vardır. Zira “cadde-i kübrâ” adı verilen bu hakikat yolu “Sahabe ve tâbiîn ve asfiyânın caddesidir.” Bu yol İmam-ı Gazalî, Mevlâna ve İmam-ı Rabbanî ile gelmiş, asrımızda da Bediüzzaman’la devam etmiştir. (Mektubat, 78.)


Peygamberimizin (asm) “İbadet ve zühd hayatına ittiba edenlere abidler, ilmine varis olanlara ise alimler denilmiştir. Hem ilmine hem ibadet ve zühd hayatına varis olanlara da “Asfiya” denilmiştir.


Bütün ulemânın ittifak ettiği ve Bediüzzaman’ın da ifade ettiği husus şudur ki: “Derece-i şühûd, derece-i îmân-ı bilgaybdan çok aşağıdır.” Zira, îman hakikatlerine gaybî olarak inanmak, bazı evliyânın tariki olan müşahede etmek sûretiyle îman etmekten ve îmanını kuvvetlendirmekten daha üstündür. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Onlar gaybe îman ederler” (Bakara Suresi, 2:3.) buyurularak bu hakikate işaret edilir.


Ancak bütün bunlarla birlikte, milyonları bulan evliyâ, îman hakikatlerini mânevî keşif, kerâmet yoluyla görüp tasdik ederken; milyarlarla gelip geçen ve asfiyâ denen tahkik ehli zatlar ise, bu hakikatleri kesin delillerle aklen, fikren ve kuvvetli bir şekilde ispat etmişlerdir.


Fakat evliya ve asfiyanın manevî makam ve derecelerini, fazilet ve üstünlüklerini ayırmak ve tayin etmek kesin hatlarla çizilecek şekilde mümkün olmaz. Ancak meşgul oldukları saha ve dayandıkları esas bakımından asfiyâya misal olarak verilen dört mezhep imamı ve diğer hadis, kelâm ve fıkıh ulemâsı “velâyet-i kübra” makamı olan “Peygamber vârisliğini” devam ettirdikleri için, sırf keşif ve keramet yoluyla hakikata ulaşan ve “velâyet-i suğra” sahibi olan Muhyiddin-i Arabî, Hallac-ı Mansur gibi zatlardan daha yüksek mertebededirler. Bunun için Risale-i Nur'un çeşitli yerlerinde geçen “yüz yirmi dört bin enbiya, yüz yirmi dört milyon evliyâ, yüz yirmi dört milyar asfiyâ” tabirlerine bakarak asfiyânın evliyâdan makamca daha aşağı olduğu mânâsı çıkmamalı. Fakat Abdülkadir Geylâni Hazretleri gibi bazı zatlar, aynı zamanda birer müçtehid olduklarından hususî fazilet bakımından daha parlak bir makam sahibi olsalar da, manevî derece bakımından dört imam gibi asfiyânın sultanı olan zatlar sahabe ve Mehdi’den sonra en yüce makam sahibidirler. (Mektubat, 258-259.)


Zaman Tarikat Zamanı Değildir

Cenab-ı Hakk'a vasıl olan yollar ikidir: Birinci yol, risalet ve nübüvvet yoludur. Bu yol ile Hakk'a ulaşanlar, başta peygamberler, sahabeler ve Peygamberimiz’in (asm) nübüvvet cenahına vâris olan evliyadan, ariflerden, asfiyadan bazı büyük zatlardır. Bu yol kısadır, fakat sağlamdır; maksada ulaşmada en selametti, en yakın yoldur.


İkinci yol ise velayet yoludur. Bu yolda gidenler Peygamberimiz’in (asm) ubudiyet cenahına vâristirler. Bu yol, seyr-i sülük yoludur. Burada tavassut vardır. Hail ve maniler bulunabilir.


Birinci yolda, feyiz ve bereketler vasıtasız, doğrudan doğruya nübüvvet nurundan iktibas edilir. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerinde müşahede ediyoruz: “Zahirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Tarikat berzahına girip, seyr-ü sülük ile kat-ı meratib ederek hakikata geçmektir. İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u ilahi ile hakikata geçmektir ki, sahabeye ve tabiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek hakaik-i Kur'aniyeden teraşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.” (Mektubat, 31.)


Bediüzzaman Hazretleri, Beşinci Mektup'ta, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bu mânâyı teyid eden şu ifadelerini naklediyor: “Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbânî (ra) Mektûbât'ında demiş ki: Hakaik-ı îmâniyeden bir mes'elenin inkişâfını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâtâ tercih ederim.


Hem demiş ki: Velayet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoliyle, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.


Hem demiş ki: Tarîk-ı Nakşîde iki kanad ile sülük edilir. Yâni: Hakaik-ı îmaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i dîniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.


Öyle ise Tarîk-i Nakşînin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya Hakaik-ı îmaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (ra) âhir zamanında ona sülük etmiştir."


İkincisi: Feraiz-i dîniyeye ve Sünnet-i Seniyye-ye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağiyle sülük etmektir. Birincisi Farz, ikincisi Vâcib, bu üçüncüsü ise, Sünnet hükmündedir.” (Mektubat, 5. Mektup, s.15.)


Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda iman kurtarma hizmetinin, insanları veli yapmayı esas alan tasavvuf mesleğine müreccah olduğunu, bir başka mektubunda şöyle ifade ediyor:


“Risalet'ün-Nur'a hizmet eden, imanını kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü'mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve sevaplıdır. Çünki imân, saâdet-i ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü'mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, mü'mi'nin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaptır." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 7.)


İnkârı mümkün olmayan bir hakikattir ki, eski zamanda tarikatlar vesilesiyle, pekçok fertler tefeyyüz ederek, hidayete ermişler, tekâmül etmişlerdir. Bu müesseselerde nihayetsiz kutuplar, gavslar yetişerek asırlarını, faziletleriyle, güneş gibi ziyalandırmışlar, herbiri birer ferd-i ferid olarak, bu milletin necatına, saadetine, selametine vesile olmuşlardır. Fakat bu zaman eski zamana benzemiyor.


O zamanlarda teslimiyet kavi idi. İnsanlar, bir arifin, bir âlimin sözüne kemaliyle teslim olabilirlerdi. Bir mü'minin bir zikirden, bir tespihten, bir kelimeden aldığı feyz ve faziletle, kalbinde bir şeffafiyet husule gelirdi. Ona bir saadet hazinesi olur, onu ilahî feyze mazhar ederdi. O zamanlarda, Kur'an-ı Azimüşşan'ın hükümleri, ferdî ve içtimaî hayatta, bütün şubeleriyle hâkim idi. Bir taraftan medreseler, diğer taraftan tekkeler ve zaviyeler, milleti daima murakabe altında tutuyorlar, sefahet ve dalâletten muhafaza ediyorlardı. Hariçten gelebilecek her türlü tahripkâr cereyanlara karşı, millette bir gönül birliği, bir cephe birliği teşekkül etmişti. İman, fazilet, ahlâk herkesin maşuku; küfür, dalâlet ve sefahat herkesin menfuru idi.


O zamanın hayat-ı içtimaiyye çarşısında en ziyade merğub olan, Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmak ve sünnet-i seniyyeyi bütün mertebeleriyle yaşamaktı. Mü'minler, âdeta bir fazilet yarışı içindeydiler.


O zamanda âlim, fazıl insanlara fevkalâde rağbet vardı. O devirlerde İslâmiyet şahs-ı manevisine karşı, ehl-i dalalet ve sefahat mutlak mağlubiyet içinde idi.


Şimdi ise, habis medeniyetin murakabesi altında, küfür, dalâlet ve sefahat bütün kadrolarıyla, planlı ve programlı olarak iman, fazilet ve ahlâka karşı hücuma geçtiler. Ferdin imanî ve ahlâkî seviyesi üzerinde menfî tesirlerini olanca kuvvetleriyle icra ettiler. Asrı, temelinden esaslı bir surette sarsıp değiştirdiler. Hakkın yerini kuvvet, faziletin yerini rezalet, adaletin yerini zulüm aldı. Bir taraftan ferdî ve içtimaî hayat böylece dejenere edilirken, diğer taraftan iman ve İslâmiyet sahasında dimağlara bir hayli tereddütler, şüpheler musallat edildi.


Bütün bu hücumlara, sadece tarikatla karşı koymak mümkün değildi. Artık bu zamanda öyle bir hizmet metodu gerekliydi ki, akıllardaki şüphe ve tereddütleri izale etsin ve ruhları irfan ve marifet ile doldursun. Diğer taraftan iman hakikatlarını göze gösterir derecesinde izah ve ispat etmekle, kalbleri iman ile, muhabbet ile ihya etsin. Bu ise pek büyük bir himmet gerektiriyordu. Küfür ve ilhad cephesindeki bütün şahs-ı manevîlere karşı, iman cephesinde de bir şahs-ı manevînin teşekkülü lâzım geliyordu. Nefs-i emmarenin sefahattan aldığı menhus lezzete bedel, kalp ve ruha imanın, marifetin, ibadetin zevkini tattırmak icabediyordu. Dinsiz felsefeden gelen şüphelerle ızdıraba düşen insan aklının, birbirini teyid eden delil ve burhanlarla ikna edilmesi, irşad edilmesi gerekiyordu.


İşte bu dehşetli zamanda, bu büyük vazifeyi Risale-i Nur hakkıyla ve kemâliyle icra etti. Bediüzzaman Hazretleri, telif ettiği bu harikulade külliyatla bu küllî tamire muvaffak oldu. Aklın imdadına koşarak onu tereddütlerden kurtardı, kalbi iman nuruyla doldurdu, vicdanı huzura kavuşturdu. Nur küiliyatındaki güneş gibi hakikatların cezb ve celbiyle bir şahs-ı manevî teşekkül etti. Artık bu şahs-ı manevînin nuru karşısında bu milletin kanını emen, imanını öldürmeye, iffet ve namusunu söndürmeye çalışan bütün menfî cereyanlar, biiznillah eriyip mahvolacaklardır.


Bediüzzaman Hazretleri bu asırda tesis ettiği irşad hareketinin mümeyyiz noktalarını Risâle-i Nur'da beyan etmiştir. Bunlardan bazı parçaları aşağıda takdim ediyoruz.


"Kırk elli sene evvel, eski Said, ziyade ulûm-u akliyye ve felsefiyyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki, aklı, fikri hikmet-i felsefiyye ile bir derece yaralı idi; tedavi lazımdı. Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda "Tev-hid-i kıble et!"demiş; yâni: "Yalnız bir üstadın arkasından git!" O çok yaralı eski Said'in kalbine geldi ki:"


"Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üs-tadla olur." diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyle hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübeha-tiyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (ra), Mevlânâ Celâleddin (ra) ve İmam-ı Rabbânî (ra) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk'a hadsjz şükür olsun ki, Kur'an'ın dersiyle, irşâdiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş."


"Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriyye gibi afakî ve haricî daireye bakıp mârifetullaha geniş ve her yerde yol açmış, adeta Musa Aleyhisselâmın asası gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış..."


"Hem Risâle-i Nur, hükemâ ve ulemânın mesleğinde gitmeyip, Kur'an'ın bir i'caz-ı mânevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûb olmayıp galebe etmiştir." (Mesnevî-i Nuriye, Mukaddime, s. 5-6)


"İman-ı tahkiki, ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilemeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nev'i iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor; belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmânı zevalden mahfuz kalıyor. Bu, iman-ı tahkikin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şühûd ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir."


"İkinci yol: İman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, bürhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacı ile, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-ı imâniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur'un esası mâyesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar..." (Kastamonu Lahikası, 15.)


"Tevfîk-i ilâhî refiki olan adam tarikat berzahına girmeden zahirden hakikata geçebilir. Evet, Kur'an'dan, hakikat-ı tarikatı - tarikatsız - feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza mak sud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksı-zm îsâl edici bir yol buldum."


"Seri-üs seyr olan bu zamanın evladına kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek, rahmet-i hakimenin şanındandır." (Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale, s.194.)


"Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr ü süluk-u kalbi ile tarikat mesleğinde bu bid'alar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, Nur Dairesi, Hakikat mesleğinde gidip tarikatların fâidesini temin eder..."


"Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniyye ve ferâize dikkat ve-büyük günahlardan çekinmek esastır, tarikata ikinci, üçüncü derecede bakar..." (Emirdağ Lahikası 1:241, 242.)


Hatemu’l-Evliya Kimdir?

“Hatemu’l-Evliya” veya “Hatmu’l-Evliya” olarak kendisinden bahsedilen zat, velilerin sonuncusu olan bir şahıstır. Bu şahıstan, önce Hakim-i Tirmizî, “Hatmu’l-Evliya” adlı eserinde bahsetmiş, daha sonra Muhyiddin-i Arabî “Anka-u Mağrib” adlı eserinde bu konuyu geniş bir şekilde incelemiştir.


Ayrıca İbn Arabî, “Futuhat-ı Mekkiye” adlı eserinde “Hatmu’l-evliya” makamını iki kısma ayırır: Birincisi, mutlak olan “Hatmu’l-velaye” makamıdır. Bu makam nübüvvet kanadından gelen bir velayettir. Bu velayetin sahibi, Hz. İsa’dır. (as) Kendisi, kendi döneminde bir peygamber olmakla beraber, âhir zamanda Hz. Muhammed’in (asm) ümmetinden olup, onun şeriatiyle amel eder. Böylece, artık velayet-i nübüvvete hatime çeker. Kendisinden sonra nübüvvet kanadından gelen bir velayet artık söz konusu olamaz.


İkincisi: “Hatmu’l-velayeti’l-Muhammediyye”dir. Bu makam, Hz. Muhammed’in (asm) velayet yönünü temsil eder. (Futuhat, 2:49.) “Bu zat, Hz. Mehdi’den ayrı bir şahıstır. Çünkü, Hz. Mehdi, soyca Al-i bettendir. Hatmu’l-Evliya ise, manevî cephesiyle âl-i beytten sayılır.” (Fütuhat, 2:50.)


Kur'ân'a göre velâyet, Allah'a inanmak, emir ve yasaklarına titiz biçimde uymak demektir. Bir âyette Allah velilerine korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir. (Yunus, 10: 62.) İzleyen âyette de bu velâyetin tanımı yapılır: İnanmak ve muttaki olmak (Yunus, 10: 63.) Başka bir âyette de muttaki insanın özellikleri “Birr” ifadesi ile açıklanır. Buna göre muttaki insan Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygambere inanan, sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, kölelere harcayan, namaz kılan, zekat veren, yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden müminlerdir (Bakara, 2:177.) Bu tanıma göre velâyet gerçek anlamdaki tüm mü'minlerin niteliğidir.


Allah’ın velileri iki kısımdır. Bir kısmı herkes tarafından bilinen kimselerdir. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi. Bunlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.


Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Teala'nın perde-i izzetinde mestur nice aşık, sadık ve dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar, insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudsi de şöyle buyrulur:


“Birçok evliya vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.”


İbrahim Hakkı Hazretleri de bu hakikate işaret için;

“Harabat ehline hor bakma şakir, / Defineye malik viraneler var.” buyurarak, nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir. Bütün meyvelerin ve çiçeklerin yetişmesine güneş vesile olduğu gibi, bu Allah dostlarının manevi terakki ve tealisine, yani onların marifet, muhabbet, ubudiyet, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, ittika ve korunmalarına da vesile olan Kuran güneşidir.


Güneşten feyiz alan o meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği taktirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususan iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükunete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşit ve evliyalara muhtaçtır.


Evliyalar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden Peygamber Efendimizdir. (asm) Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven ve başkalarına da sevdiren O Zâttır. (asm)


Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (asm) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.


Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hakimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükun, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.


Evliyalara Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, lütfü ve inayeti nihayetsizdir. Onların olduğu mekanlara ve zamanlara feyz-i Rabbani, envar-ı Kur’anî tecelli eder; oralara hayır, feyiz ve bereket yağmur gibi dökülür. Onlar, Allah katında aziz ve mükerremdir; kıymetleri pek âlidir. Onları gören Allah’ı hatırlar.


Evliyaların en büyük gayesi, dünyada iman, salih amel, marifetullah ve muhabbetullah, ahirette de Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar olmaktır. Evliyaların maksudu cennet değil, cemal-i ilahidir. Zira cennet mahluk ve mahduttur. Onlar mahluk ve mahdut olana değil, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan mahbub-u hakikiye kavuşmaya ve O’nun rüyetine mazhar olmaya aşıktırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir.”


Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

“İşte şu sırdandır ki; 'Vedûd' ismine mazhar bir kısım evliyâ: 'Cennet’i istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir.' demişler."


“Vedûd” ismine mazhar olan muhakikîn-i evliyâ; 'Bütün kâinatın mâyesi, muhabettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir.' demişler."


"Yine 'Vedud' ismine mazhar olan evliyadan bir zat şöyle demiş: 'Felek mest, melek mest, nücum mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anasır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest, seraser zîhayatt mest, heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest.'”


"Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir. Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?” (Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s.850.)


Allah-u Tealanın cemal ve kemalini müşahede etmekten daha büyük bir nimet tasavvur edilemez. Ancak Allah’ı müşahede nimeti O’na olan muhabbetin derecesine göredir. Muhabbet ne kadar ziyadeleşirse lezzet de o nisbette ziyadeleşir. Nitekim bir Hadis-i Kudside şöyle buyrulur:


“Evliyalarımın benim cemalimi müşahadeye iştiyakları olduğu gibi, benim de onlara iştiyakım daha şiddetlidir.”


Bediüzzaman Hazretleri rü’yetullahı şöyle ifade eder:

“Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?Otuz İkinci Söz'ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.” (Mektubat, 20. Mektup, s.223.)


Başka bir eserinde de şöyle buyurur:

“Her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal'e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır.” (Lem’alar, 11. Lem’a, s.114.)


Dünya ve ahirette en yüksek mertebeye ulaşacak kimseler Cenabı Hakk’ı en ziyade sevenler olacaktır. Muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Zira, O’nun nihayetsiz olan bütün sıfatları en latif, en nuranidir. Bütün nurların nuru, bütün güzelliklerin menbaı O’dur. Sevgiye sebeb olan her güzellik, her kemâl, her cemâl O'ndadır. Hayat, ilim, kudret... gibi ezelî ve ebedî olan kemâl sıfatlar O'nundur. Bunlar ise zâtında sevilirler.


Şu kâinatta çiçeğinden bahçesine, zemininden semâsına, baharından cennetine kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz herşey Cenâb-ı Hakk'ın Esmâ-i Hüsnâ'sının âyineleridir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar, çok şefkatli ve pek merhametli olan O’nun hazinesinden gelmekte, O'nun kereminden akmaktadır. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in” (Şualar, 14. Şua, 1. Mertbe-i Hasbiye, s.95) sevgisine mazhar olmak ve O’nun tarafından sevilmekten daha büyük bir saadet düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:


“Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder.” (Lem’alar, 11. Lem’a, s.62.)


Allah’a kemaliyle muhabbet O’nu bütün kalp ve hissiyatıyla sevip emir ve yasaklarına ittiba etmekle olur. Allah’ı seven bir cihetle kendini sevmiş olur. Mesela Padişahı seven padişahın ihsan ve ikramlarına nail olduğu gibi Allah’ı seven de O’na dost olur O Padişahı Zülcemale dost olan da elbette ki O’nun nimet ve ihsanlarına nail olur. Allah’ı sevmenin yolu ise O’nun Resulünü sevip, sünnetine ittiba etmekle olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:


“Ey Resulüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” (Âl-i İmran, 3:31.)

Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:


“Allah'a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz.Madem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a'lânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.” (Lem’alar, 11. Lem’a, s.70.)


Evet insanın yaratılışındaki hikmet, Allah’ı tesbih, tahmit, ,tazim ederek O’na muhabbet etmektir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Beni anın ki, (taat ve itaatle) ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın nankörlük etmeyin!” (Bakara, 2:152.) Zaten kafirlerden başka Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyen ve O’nu tanıyıp itaat etmeyen hiç bir mahluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsra, 17:44.)


Dağlar ve bağlar, deryalar ve çiçekler, yıldızlar ve güneşler durmadan Allah’ı zikredip anarken, zikirde ustabaşı olan ve ibadet için yaratılan insanın bundan müstağni kalması düşünülebilir mi?


Evet, Allah dostları daima Allah’ı anarlar. Onlar, daima huzurdadırlar, hiçbir an Allah’tan gafil olmazlar. Onların içi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrettedir. Onların kalplerinde aşk-ı ilahi ve muhabbet-i ilahi öyle nakşolunmuştur ki, zail olması mümkün değildir. Onlar ihtiyarsız olarak can ve cananlarından geçmişlerdir; daima hayrettedirler. Bununla beraber, acz, fakr ve kusurlarını görür, yaptıkları iyilikleri hep Allah’tan bilirler. Nefislerinin tezkiyesine çalışırlar. Herkese marufu emreder ve nehy-i münkerde bulunurlar. Yani insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındırırlar. Bunu yaparken de yumuşaklık ve alçak gönüllülük gösterirler. Allah dostlarının en ulvi maksatları; insanların her türlü küfür ve isyan ve menhiyattan uzak durmaları, Allah’a bağlanmalarıdır.


Tevazu ile vakar onlarda cem olmuştur. Onlar bu aleme mükerrem olarak ayak basmışlardır. Gezdiği yerler ve bastığı topraklar onlarla iftihar ederler. Onlar temiz fıtratlarını bir takım seyyielerle lekedar etmekten son derece sakınırlar. Onların ibadetleri ne cennete girmek, ne de cehennemden kurtulmak için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak içindir. Onların suretleri güzel olduğu gibi, siretleri, kalp ve ruhları da nice fazilet ve güzelliklerle doludur. Zerafet ve nezafetleri ziynetleri olduğu gibi, iffet, haya, merhamet ve edep gibi manevi güzellikleri de onların süsüdür. Bu gibi manevi güzelliklere mazhar olmak insanın kendi ihtiyarındadır. Bu ulvi meziyetlerden mahrum olmak kadar insanı hacalete düşüren hiçbir şey yoktur.


Evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İsyanlarından dolayı onların cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Nitekim bir Allah dostu olan Hz. Ebu Bekir (ra): “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, cehennemde hiç kimseye yer kalmasın” buyurmuştur.


Yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurmaktadır: “Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için cehennemi kabul ederim.” (Emirdağ Lahikası, s.36.)


Diğer bir eserinde de şöyle buyurmuştur; “Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, s. 544.)


Bu iki büyük zatın ifadeleri bunun en açık delilidir. Acaba Hz. Ebubekir (ra) ve Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat ve merhameti böyle olursa, Her güzel ahlâk sahasında olduğu gibi, merhamette de en ileri olan Hazret-i Peygamber’in (asm) ümmetine karşı şefkat ve merhameti nasıldır. Zira o, dünyaya geldiği dakikada "ümmetî, ümmetî” dedi. Hayatı boyunca ümmetim dedi. Miraçta ümmetim dedi. Dünyadan göçerken ümmetim dedi. Mahşerde de herkes "nefsî nefsî" diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” diyerek dünyada ümmetine karşı şefkat ve merhametini gösterdiği gibi, mahşerde de en ileri derecede gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de: “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9:128.) buyurarak, O’nun (asm) ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ortaya koymuştur. Hatta kafirlerin bile hidayete gelmemelerinden dolayı bile son derece müteessir olmuştur. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle ifade buyrulur: “Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından âdeta kendini tüketeceksin!” (Kehf, 18:6.) Bu ayet de Hazret-i Peygamber’in (asm) insanların hidayete gelerek ebedi helaketten kurtulmasına ne kadar önem verdiğini ve O’nun (asm) eşsiz şefkat ve merhametinin en açık delilidir.


Evet, Allah dostu olan ve kendine Hazret-i Peygamber’i (asm) rehber eden evliyalar da hak ve hakikata muhtaç olan insanları, ona ulaştırmak için büyük bir şefkat ve merhamet gösterirler. Kalplerinde kimseye kötülük beslemezler. Bütün işleri Allah içindir. Onlar bu yolda yürürken kendilerini yollarından döndürmek isteyen kimselerin ayıplamalarından çekinmez ve korkmazlar. Her işlerinde adalet üzeredirler. Şüpheli şeylerden de son derece sakınırlar.


Bu zatların en büyük maksatları Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a itaatte hiçbir noksanlık göstermez, bu uğurda kendilerine isabet edecek her türlü eza ve cefaya sabrederler. Bütün mahlukatı ve insanları Allah için severler. Bu sevginin ehemmiyetini Hz. Ömer’ den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (asm) şöyle ifade buyurmaktadır:


“Allah’ın kullarından öyle kimseler vardır ki, onlar enbiya ve şüheda değillerdir; fakat kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara enbiya ve şüheda gıpta edeceklerdir.”


Bunun üzerine sahabelerden bazıları:

“Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir? Amelleri nedir? Bize haber ver ki, biz de onları sevelim.” dediler. Resûlullah (asm):


“Onlar bir kısım mü’minlerdir ki, aralarında hiçbir akrabalık bağı, birbirlerine itaati gerektirecek herhangi bir mal alakası olmadığı hâlde birbirini sadece Allah için sevenlerdir. Onların yüzleri nurdur ve kendileri de nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman bunlar korkmazlar, nas mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdular ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus, 10:62.)


Bu ayetle Cenab-ı Hak, veliler için hiçbir korku, bir hüzün bulunmadığını müjde vermekte, onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever ve onlardan razı olur. Bununla beraber onlar, yine de korku ve ümit arası olan “beynel havfi verreca” düsturundan hiç ayrılmadan yaşar ve akibetlerinden daima endişe duyarlar.


Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Bu Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar ve bağlar, denizdeki balıklar, zaman ve mekan, hasılı bütün mahlukat ağlar ve yas tutarlar. Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.” (Duhan, 44:29.)


Bu ayetin mefhum-i muhalifinden şöyle bir mana anlaşılır ki, “Ehl-i imanın Dünya’dan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

“… Semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevâline mahzun oluyorlar.” (Sözler, 32. Söz, s.582.)


Peygamber Efendimiz (asm) “Arş’ın Sa’d İbn Muaz’ın (ra) vefatıyla sarsıldığını” ifade buyurmuşlardır. İmam-ı Şarani’nin "Tabakat" adlı eserinde Bağdat’ta vefat eden Ahmet İbn-i Hanbel Hazretlerinin evinin etrafına binlerce yabani hayvanın toplandığı ve cenazesine altmış binden fazla kişinin katıldığı anlatılmaktadır.


Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden; daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akibetle emaneti teslim eden kullarından eylesin! Âmin...


Allah’a Dost Olmak

Peygamberimiz (asm) “Ebubekir’in imanı ile ümmetimin imanı tartılacak olsaydı Ebubekir’in imanı ağır gelirdi” buyurdular.


Yine “Yeryüzünde yürüyen bir ölüyü görmek isteyen Ebu Kuhafenin oğluna baksın” buyurmuşlardır.


Yine “Allah İbrahim’i halil ve dost edindiği gibi beni de dost edinmiştir” buyurdular.

“Ebubekir’in fazileti namaz ve oruç ibadetindeki fazlalığından dolayı değil, kalbinde bulunan vakar ve niyetinden dolayıdır.”


“Ebubekir’in misali nereye yağarsa fayda veren yağmur gibidir.”


**

Velayetin alameti edebli olmaktır:

Hemen ilm-i edebdir bil şeriat / Dahi ilm-i edebdir bil tarikat

Edeb ilmiyle bulunur hakikat / Ne bilsin bî-edeb sırr-ı şeriat


Şeriattır edeb hakka gidelim / Cemâl-i bâ-kemâli seyr edelim. (Risale-i Kutsiye)

“Edebsiz Rabbin rahmetinden mahrum kalır.” (Mevlana)

“Edebi olmayanın aklı yoktur.” (Hz. Ali (ra))


**


Yüce Allah bir hadis-i kutside buyurdu ki: “Velilerimin meclislerinde dikkatli olun. Onlar kalplerinizde olanları bilirler ve sırlarınıza vakıf olurlar. Onların yanına oturduğunuz zaman doğrulukla ve ihlasla oturun.”


**

Evliya, bedenleri insanlarla kalpleri ahiret ve Allah ile olan kişidir.


Yüce Allah Tevratta buyurdu:

“Eyyuhe’n-nâsu fe’tekıdûnî tecidnî

Ene’l - Matlûbu fe’tlubnî tecidnî

Fe-in tatlub sivâî lem tecidnî

Ene’r-Rahmânu fe’tlubnî tecidnî”


“Ey insanlar! Bana sadık-ı kalple iman ediniz

Matlub benim, ancak; taleb eden bulur beni

Benden başkasını isteyen asla bulamaz beni

Rahman benim, rahmetimi isteyin bulasınız beni.”

140 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page