top of page
  • Yazarın fotoğrafıM. Ali KAYA

YARI CİNAYET

Güncelleme tarihi: 20 Mar 2021

M. ALİ KAYA

Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfi’de “On bir buçuk cinayeti” saydıktan sonra “yarı cinayeti” sonraya bırakıyor. Nedir bu yarı cinayet? Buna dair bazı mülahazalarımızı şöyle ifade edebiliriz.


**

13 Nisan 1909’da (31 Mart 1325) İstanbul Sultanahmet Meydanında büyük bir isyan hareketi başlatılmıştır. On bir gün devam eden bu kargaşada âsî askerleri yatıştırıcı rol oynayan Bedîüzzaman Saîd Nursî, isyancılarla birlikte hareket ettiği iddiâsıyla Sıkıyönetim Mahkemesine (Dîvân-ı Harb-i Örfî’ye) çıkarılmış, fakat yaptığı müdafaa sonucunda beraat etmiştir. Burada ilgi ve dikkatimizden kaçmayan, Bedîüzzaman’ın, mahkemeye tepkisinden dolayı, müdafaasında kendi yaptıklarını “cinâyet” olarak nitelemesidir.


Müdafaa maddelerini kısaca özetlemeye çalışalım:

Birinci Cinâyet: Meşrûtiyetin başlangıcında Şark aşîretlerine elli-altmış telgraf çektim, onları hürriyete sahip çıkmaya çağırdım, gâfil bırakmadım. Demek, neme lâzım demediğimden cinâyet işledim ki, bu mahkemeye verildim!


İkinci Cinâyet: Ayasofya’da, Bayezıt’ta, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebelere hitâben muhtelif nutuklarla Meşrûtiyeti şer’î deliller ile îzah ettim. Demek meşrûtiyeti başka medeniyetçiler gibi taklit olarak değil; delillendirdiğim ve şeriata aykırı görmediğim cinâyet sayılmış ki, bu mahkemeye verildim!


Üçüncü Cinâyet: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerime meşrûtiyeti telkin ettim. Bizim düşmanımızın cehâlet, zarûret ve ihtilaf olduğunu, bu üç düşmana karşı san’at, mârifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğimizi; husûmete vaktimizin olmadığını anlattım. Demek cinâyet sayılmış ki, bu mahkemeye verildim!


Dördüncü Cinâyet: Şerîatın istibdada müsâit olmadığını anlatmak için, meşrûtiyeti herkesten ziyâde şerîat nâmına alkışladım. Fakat korktum ki, bu defa da dinsiz bir istibdâda kapı açılmış olsun! Ayasofya’da mebuslara hitâben, hürriyetin İslâm ahlâk ve âdâbıyla kayıt ve kontrol altına alınmasını, yoksa insanların şartsız tam serbest olması halinde sefih ve itaatsiz olacaklarını ısrarla söyledim. Demek cinâyet ettim ki, bu tokadı yedim!


Beşinci Cinâyet: Gazeteciler fâsit kıyaslarla İslâm ahlâkını sarstılar, efkâr-ı umûmiyeyi perîşan ettiler. Ben de neşrettiğim makâlelerle onları reddettim. Ediplerin edepli olmaları gerektiğini, sözlerinin milletin müşterek kalbinden tarafsız çıkması gerektiğini ve matbûât nizamnâmesinin vicdanlarındaki dîn hissince tanzim edilmesinin ehemmiyetini anlattım. Muharrirlere nasîhat etmekle, demek cinâyet işledim!


Altıncı Cinâyet: Kaç defa büyük toplantılarda büyük heyecanlar hissettim. Korktum ki, halk âsâyişi ihlâl etsin! Bayezıt’ta talebeler toplandığında heyecanlarını yatıştırdım. Ayasofya mevlidinde konuştum. Ferah Tiyatrosunda kopan fırtınaları teskin ettim. Medenîlerin entrikalarına karışmakla, demek cinâyet ettim!


Yedinci Cinâyet: İşittim; İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet kurulmuş. Sonsuz derece korktum ki, bu mübârek ismin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Dedim ki: “Bu isim umûmun malıdır. Tahsis ve tahdit kabûl etmez! Bu cemiyetin müntesipleri, Kâlû Belâ’dan dâhil olan umûm mü’minlerdir. Üye isim defteri, Levh-i Mahfûzdur.” Ben, bu cemiyeti tefrikaya sebep olmaması için uyardım. Geçen büyük musîbete sebebiyet veren fırkalara da engel olmak istedim. Fakat esef vericidir ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı! Ben ki, âdî bir adamım! Böyle meclis-i mebusan vekillerinin en mühim vazîfelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım; demek cinâyet ettim!


Sekizinci Cinâyet: İşittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin müthiş hâdiseleri hatırıma geldi; gâyet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki, en mukaddes cemiyet ehl-i îmân askerlerin cemiyetidir. Askerler merkezdir; millet ve cemiyet, onlara intisap etmek lâzımdır. Ben ki âdî bir talebeyim. Böyle büyük ulemânın vazifelerini gasp ettim. Demek cinâyet ettim.


Dokuzuncu Cinâyet: Martın otuz birinci günündeki dehşetli isyan hareketini birkaç dakika uzaktan temâşâ ettim. Muhtelif istekleri işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi; ayrı ayrı istekler binden bire iniyor, ortada yalnız “şeriat” lâfzı kalıyordu! Anladım ki, iş fenâ, itaat bozuk ve nasîhat tesirsizdir! Umum gazetelerde askere hitâben, ululemirleri olan zabitlerine itaat etmelerinin farz olduğunu, Osmanlıların bu zamanda haysiyet ve saadetlerinin askerin itaatine bağlı bulunduğunu yazdım. İsyanı bir derece bastırdım. Neme lâzım demediğimden, demek cinâyet işledim.


Onuncu Cinâyet: Harbiye Nezaretindeki askerlerden sekiz taburunu gâyet tesirli nutuklarımla itaate getirdim. Onlara, itaatsizlikle üç yüz milyon Müslüman’a zarar verdiklerini; asker ocağının büyük bir fabrikaya benzediğini, bir çark itaatsizlik ederse bütün fabrikanın karmakarışık olacağını; askerin siyâsete karışmaması gerektiğini; “şeriat” istedikleri halde, itaatsizlikle şeriate muhalefet ve lekedar ettiklerini anlattım. Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden, cinâyet ettim.


On Birinci Cinâyet: Şark vilâyetlerinde aşiretlerin perişan hallerini görüyordum. Anladım ki, dünyevî saadetimiz, yeni medenî fenlerle olacak! O fenlerin bir kaynağı ulemâ, bir kaynağı da medreseler olmalıydı. Din âlimleri, fenlerle ünsiyet peyda etmeliydi. O niyetle Dersaadet’e gittim. Padişahın zabtiye nazırı ile bana verdiği maaşı kabul etmedim, şahsî menfaatimi terk ettim. İlim ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermek istedim. Demek bu hareketimle büyük bir cinâyet işledim ki, bu mahkemeye girdim.


Yarı Cinâyet: Abdülhamid Han Hazretlerine gazete lisânıyla dedim ki: “Sönmüş Yıldız Sarayını üniversite yap! Tâ Süreyyâ kadar yükselsin! Oraya seyyahlar ve zebânîler yerine, hakîkat ehli ve rahmet melekleri yerleştir; tâ Cennet gibi olsun! Milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehâletini tedâvi için sarf etmek sûretiyle millete iâde et! Şimdi muvâzene edelim: Yıldız eğlence yeri mi olmalı, yoksa üniversite mi olmalı? Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.” Ben ki bir gedâyım. Büyük bir padişaha nasihat ettim; demek yarı cinâyet ettim. (Divan-ı Harb-i Örfi, 17-31.)


Diğer Yarı Cinâyet: Bedîüzzaman Hazretlerinin, ‘On beş sene sonra, yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Sirâcunnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinâyeti bileceksiniz’ dediği ders Beşinci Şuâ’dır. (Emirdağ Lâhikası, s. 316, 317, 318.)


Bediüzzaman’ın İstanbul ve Ankara’daki Hizmetleri

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri İngilizlerin İstanbul’u işgal ettikleri zaman onlara karşı Basın ve Neşriyat yoluyla mücadele eder ve “Hutuvat-ı Sitte” isimli bir risale/broşür neşreder. Bu risalede İngilizlerin propagandalarına çürütücü cevaplar vererek “İngiliz Mandasını kabul edelim ve Millî Mücadele’den vazgeçelim” diyen ve “İngiliz Muhipler Cemiyeti”ni kuranların yanlışlıklarını ortaya çıkarır, propagandalarını kırar.


Bediüzzaman ayrıca İngilizlerin baskısı ile Şeyhülislam Dürrizade’nin “Kuvay-ı Milliye hareketi ile kurtuluş savaşı başlatanlara “Baği/terörist” fetvasına mukabil fetva verir ve “Esaret altında bulunan şeyhülislamın verdiği fetvanın muallel/geçersizdir” der. Böylece Kurtuluş Savaşı’nın fitilini ateşler. Bunun üzerine Denizli Müftüsünün başkanlığında yetmiş müftü “Cihad Fetvası” yayınlarlar.


Bütün bu başarılı çalışmalarına mükâfaten Ankara TBMM’ye davet edilen Bediüzzaman orada bu defa TBMM reisi Mustafa Kemal’in farklı bir anlayışta olduğunu görür, bu defa Mustafa Kemal’e nasihat eder. Onun teklif ettiği mebusluk, köşk, yüksek maaş, doğu vilayetleri vaizliği gibi teklifleri elinin tersi ile iter. Bunun üzerine Mustafa Kemal Bediüzzaman’ı 28 yıl süren sürgün, hapis, zehirleme ve idam tehdidi gibi sıkıntılara maruz kalır. Bediüzzaman’ın yarı cinayeti budur. Bediüzzaman da onun mahiyetini ortaya koyan “Beşinci Şua” ve “Sırr-ı İnnâ A’teynâ” Risalelerini yazar.


Bu, “cinayet” ile tesmiye ettiği büyük ve yüce hizmetlerinin unvanları ve gerçek milliyetperverlik ve vatanperverlik ve hamiyetkârlığın ifade ve nişanelerinin manzumesinin büyük bir bölümü, aydınlatıcı delil ve belgelerle yer yer külliyatta bulunmaktadır. Üstadımızın yeni hizmet hayatında Külliyatla yapacağı mühim hizmetleri, hasımları tarafından cinayet telakki edilip öylece muamele edilmesidir. Siracunnur’un arkasına havale ettiği ve yazmadığı Yarı Cinayet ise; hasımlarının tam vaziyetini izah edip nazara veren Beşinci Şua risalesidir.


Bediüzzaman bu durumu haşiyede “O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü'n-Nur'un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz” (Tarihçe-i Hayat, 113-114.) şeklinde ifade eder. Siracü’n-Nur’un arkasında ise “Beşinci Şua” vardır.


Divan-ı Harbi Örfi Müdafaası Asrımıza Hürriyet ve Hukuk Dersidir

Çağımızın müceddidi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin çok mühim icraat ve hizmetlerinden birisi, 31 Mart 1909 hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’deki yani sıkı yönetim askeri mahkemesinde yaptığı emsalsiz müdafaadır.


Divan-ı Harb-i Örfî müdafaası, o tarihten kıyamete kadar olan bütün zamanlara ve bilhassa “Bu zamandaki nev-i ben-i beşere irad edilen bir nutuktur” (Tarihçe-i Hayat, s. 97.) ve günümüz problemlerine reçete ve çare olacak mahiyette bir derstir.


Evet, Divan-ı Harb-i Örfi müdafaası hak, hukuk, hürriyet, meşveret, adalet, ve meşrutiyet dersidir. Üstad Bediüzzaman hazretleri, bu müdafaayı neşrederken şunları söylemektedir: “O nutku şimdi neşrediyorum ki; ta ki meşrutiyeti lekeden, ehl-i şeriatı me’yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım.” (Tarihçe-i Hayat, 99.) Benzer bir ifadesi de: “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için yazdığı, yani “tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman yüzümüze tükrükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır” (Mektubat, s. 728.) şeklindedir.


31 Mart hadisesi, ülkemizdeki hürriyete ve hürriyetperverlere yapılan darbeler serisinin ilkidir. O dönemin Demokratları olan “Ahrarlar, en büyük darbeyi 31 Mart hadisesinde darbeci İttihadçılar tarafından kurulan Divan-ı Harp Mahkemesinde yedi. Müstebid mahkeme, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti üyeleriyle birlikte Ahrarların da çoğunu darağacına gönderdi. Geri kalanlarını da çeşitli cezalara çarptırarak, onları siyaseten çalışamaz bir hale getirdi.” (Ahrarlar ve Demokrat Misyon, Yeni Asya Neşriyat, s.86.)


Aynı şekilde aynı siyasi zihniyet 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri de Ahraraların devamı olan DP, AP ve DYP’ye yapıldı. Hedefinde Demokratlar ve İttihad-ı Muhammedi’nin devamı oan Nurcular vardı.


Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

“Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark etmeyenler, hâşâ şeriatı istibdada müsaid zannederek, tuti kuşları taklidi gibi ‘Şeriat isteriz!’ demekle, hakikî maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah! Gitme, dikkat et. Âlîhimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar” (Tarihçe-i Hayat, s. 133.)


Bediüzzaman’ın cinayet (!) dediği ve kendisini suçladıkları meseleler Divan-ı Harb-i Örfî’de de TC Mahkemelerinde de aynı suçlamalar idi. “Cemiyet kurmak” “İrtica” “Şeriat istemek” “siyasete karışmak” ve “devleti yıkmaya çalışmak” idi. Bediüzzaman “Madem ben bu vatanın evladıyım. Bu vatana hizmet etmek benim için farzdır” (Emirdağ Lahikası, Afyon Emniyet Müdürlüğüne, s.93.) diyen bir vatanperverdir. Bu sebeple diyor ki:


“Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor” (Tarihçe-i Hayat, 99.) demektedir. “Beşinci Şua” da siyasi bir amaçla yazılmış değil, “Bu zamanda akide-i avam-ı mü’minin vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmıştır.” (Şualar, 902.) ve Beşinci Şua, “Umumun ve bilhassa ehl-i ilmin imanlarını tashih edip kurtarıyor.” (Kastamonu Lahikası, s.62.) Bediüzzaman bu risale ile Peygamberimizin (asm) ahir zamana ait hadiselerle ilgili verdiği gaybî haberlerin doğruluğunu ispat ettiği gibi çıktığını da ispat ederek peygamberimizin (asm) istikbale dair mucizelerini ortaya koyarak nübüvvetini ispat etmektedir. Özellikle Bediüzzaman “Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette ‘Yaşasın Cehennem’ dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına” hem de “milletin mukadderatıyla, keyfî istibdat ile oynayan firavun-meşreb komitenin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.” (Mektubat, s.728.) demektedir.


Bediüzzaman’ın yarı cinayet dediği cinayet budur.

103 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page